İNOVASYON PARADİGMASI-1

Yenileşimi süreç olarak gören paradigma, yenileşimi patentli bir ürün gören teknoloji hayranlarının aksine arge merkezi çalışanlarının psiko-sosyal etkileşimine daha çok önem verir.
Yenileşimin doğasını  anlamak için arge merkezinde çalışan yenileşimcilerin iç yapısını, inançlarını, ilişkilerini , düşünce modellerini, karekterlerini, başka arge merkezlerine bakış açısını incelemek ve kurum kültür yapısını iyi araştırmak gerekir.

Ürün geliştirme şirketin mevcut teknoloji kapasitesindeki problemleri çözme ve müşteri taleplerine göre mevcut üründe boyutsal değişikliklerdir.Bu aşamada ki yenileşim stratejisi mevcut ürün ve teknoloji ömrünü uzatmaktan başka amacı yoktur.Ürün ve teknoloji ömrünü tamamladığında PARADİGMA kaymasına yol açar.
Şirket üst yönetim finansal kaygılar ile mevcut teknoloji ve ürünü koruma çabaları yetersiz kalır ise şirket krize girer. Yatırımdan kaçınma veya geleceğin planlanamaması ,risk den kaçma şirket için OLAĞANÜSTÜ bir döneme sokar.Yenileşimi doğuran güç bu kriz aşamasında hareke geçer. Çince kriz kelimesinin içinde olan tehdit ve fırsat bu paradoksun sonucudur.Yenileşim dönüşümü şirketin kültüründe ki sosyo-psikolojik reflekslere bağlıdır. Yoksa CEO nun dehasından kaynaklanmaz.Bu sırada yaşanılan yaratıcı gerilim ürün ve süreç yenileşimin fikirlerini ortaya çıkarır.Ani yenileşimci fikirler şirket üst yönetiminde yenileşim stratejilerini yaratır.Burada ki çıkış noktası arge deneyleri ve bilgi alışverişi değil mevcut İŞ PARADİGMASI eksen kaymasıdır.Bu esnek düşünme formel mantık ölçülerini aşar.Bilindışı-subliminal yazarı leonard mlodinov göre yeni bilinçdışı kavramı bize evrimin bir armağınıdır ve bir tür olarak hayatta kalmanın önemli bir rolü vardır- zihinsel yaratıcılığın kaynağı olup,bilgi ve deneyim taşıyan 100 000 000 000 nöron arasında bağlantı kurmanın  kişisel odaklanma ve tutku gibi duygusal zeka bileşeni vardır.Yenileşimcilerin  gücü paradigma eksen kayması -değişim değil-sürecindeki bilgi üretiminden kaynaklanır.Bugüne kadar sahip olduğumuz know-how zaten yenileşime karşıdır. Yenileşim atölyelerinde çalışan , farkı bilgi ,yaş,uzmanlık seviyelerinden meydana gelen yenileşimci insanların kültürü bilgi paylaşımını kolaylaştırır." i-lab" yenileşim atölyelerinin arge merkezlerinde farklı olmasının nedeni de bu paradoks kültüründen kaynaklanır. Arge teknik bir ekip iken yenileşim atölyesi pazarlama, üretim, arge, finans, müşteri ve tedarik temsilcileri, bilim adamları, doktora öğrencilerinden oluşan " özgür fikirlerin" buluştuğu bilimsel ortamdır.Platon un geometri bilmeyen giremez dediği akademiler artık şirketlerin kendi bilgi üretim merkezleridir.Arge merkezi olan her şirket,aslında bir üniversitedir.Bu arge merkezleri zamanla sabancı holding in SUNUM gibi nanoteknoloji arge merkezlerini dönüşerek bilgiyi üretecektir.SUNUM lar ne bir üniversite ne de bir şirketdir.İnovasyon ekonomisinin temel taşlarıdır.
         cahit günaydın
www.cahitgunaydin.com

inovasyon paradigması-3

Mühendis bilimi tekniğe indirger.Farklı uzmanlık alanlarında alınan bilimsel eğitim zamanla güncelliğini yitirdiği gibi hafızalardan da çalışma hayatına bağlı olarak silinir.
İş hayatına girince organizasyonun size verdiği görev ve pozisyonla öğrenmeniz gereken konular farklılaşır.
kalite mühendisliği işim olunca  six sigma,yalın üretim , kaizen gibi teknik sistemleri çok sayıda firmada uyguladım. EDWARD DEMİNG , ISHIKAWA , JURAN,FEINGENBEUM bizim kalite gurularımızdı.

Yönetim danışmanlığı alanına girince bir felsefe prof. olan Peter Drucker dan Peter Senge ye bir çok yönetim gurusu idi zihinsel kayanğımız...MBA yaparak işletme yönetim konusunda işletme prof.larında ders aldım. Ama inovasyon konusunda gelince nasıl düşünüyoruz sorusunun yanıtını vercek bir iş ve kalite gurusu yoktu.

BİLİM FELSEFESİ sınırlarında zihnisel olarak dolaşırken , İNOVASYON PARADİGMASI na geldim. Beni zihnen besleyecek kaynak bilim felsefe filozofları idi.Artık bilim felsefesine giriş yapmak gerekiyordu .
Nerden başladım derseniz
Carnap ve İstanbul Üniversitesine gelen Hans Reichhenbach ın bilimsel felsefenin doğuşunu okudum.MANTIKSAL POZİTİVİZM in bilimsel anlam, doğrulanabilirlik ilkesi, tümevarım ile metafizik tortuları bilimden temizleme tezleri ilgimi çekti.
KARL POPPER eleştirel RASYONALİZM ile yanlışlanabilirlik ilkesi ve almanyada en çok okunan kitabı hayat problem çözmektiri okudum.
THOMAS KUHN bilimsel devrimlerin yapısı ile hem mantıksal pozitivizme hem eleştirel rasyonalizm e karşı geliştirdiği PARADİGMA değişimi tezi ile bir zihinsel sıçrama yapması bilim felsefesine rölativizm getirmişti. WİTTGENSTEİN ın dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır sözü ve PAUL FEYERANBEND in dadacı bilim yaklaşımı bilim felsefesinin 21.yy da CERN de ki higg parçacığının aranmasının temel zihinsel kaynağı olacağını  gösteriyor. EDWARD WİTTEN in M TEORİSİ nde standart modelin 5 farklı modelini nasıl matematik formülünde birleştiriyor ise imre lakatos popper ve kuhn u sofistike olarak bilimsel araştırma programınıa indirgiyordu.
1977 nobel kimya ödül sahibi İLYA PRIGOGİNE VE filozof  İSABELLE STRENGERS  ortak yazdığı bir eser olan "yeni ittifak" LA NOUVELLE ALLİANCE bilim felsefesinde sembolik bir örnektir. 

biyoteknoloji, genmühendisliği, molekülerbiyoloji, nanoteknoloji fizik kaynaklı felsefeden kimya ,biyoloji kaynaklı  bilim felsefesine yeni tezler,teoriler getirmektedir.

DÜŞÜNCENİN beyinle ilişkisi nedir ? sorusu bilim felsefesine girmiştir.

Bonjure la nouvelle alliance derken tarihsel bir epistemoloji kuran GASTON BACHELARD alman,amerikan,ingiliz bilim felsefecilerine sorbonne imgelem teorisi ile tanıştırdı.YENİ BİLİMSEL ANLAYIŞ adlı kitabı 20 yy matematik ve fizik bilimlerinde temel yenilik üzerine bir düşünmedir."Gerçek asla inanabileceğimiz  bir şey değildir,o daima düşünmemiz gereken bir şeydir .bilim felsefe yaratır "der Gaston Bachelard.
İnovasyon ekonomisinin tüm araştırmacıları ve düşünürleri "bilim felsefesi"nde soru sormaya başlıyor.Bilim insanlığa nasıl hizmet eder? Siz de bilim ile soru sormaya başlıyorsanız BİLİM FELSEFESİ ile ilgilenmeye başladınız demektir. İlgi varsa "bilgi"niz olur.Bilginiz var ise fikriniz olur.Fikriniz var ise yazacak bir bloĞunuz.


        cahit günaydın
www.cahitgunaydin.com

bilimsel yöntem nedir?

Bilgi Edinmede Bilimsel Yöntem nedir?











 1) Kendi gozlem ve tecrubelerine dayanarak,
 2) Guvenilir kisilerden (genellikle yasca daha buyuk veya toplumda konum olarak daha yuksek kisilerden) aktarilan tecrubelere dayanarak,
 3) Bilincli bir bilgi edinme yontemi kullanarak (gunumuzde bilim) bilgi edinir.
Kisinin dunya gorusu, kafa yapisi, dusunce bicimi, aliskanliklari ve kisiligi buyuk olcude yetisilen cevre tarafindan bicimlendirilir ve aile buyuklerinden, icinde yasanilan toplumdan, cevreden, arkadaslardan, ogretmenlerden, yasca buyuk ve konum olarak ustte bulunan kisilerden, otorite sembollerinden, dini karakterlerden, kisacasi guvenilen kisilerden edinilen bilgilere dayanarak olusturulur.Kisinin kendi gozlem ve tecrubelerinden edinecegi bilgilerin bile yasanilan toplumdan ve daha once yasamis kisilerin bulgularindan etkilenecegi goz onune alinirsa, eger bilincli bir bilgi edinme yontemi kullanilmiyorsa, edinilen bilgilerin hemen hemen her zaman disaridan hazir alinan ve bilincli bir sekilde dogrulanmayan bilgiler olacagi rahatca gorulebilir.Bu disaridan hazir alinan ve dogrulanmayan bilgilerin (dogmatik bilgiler) kaynaklari kucuklukten beri duyulan ogutler, sohbetler sonucu ortaya cikan bilincsiz ogrenmeler, baskalarinin basindan gecmis oldugu soylenen olaylara dair hikayeler, zaman zaman atasozleri ve efsaneler, diger zamanlarda ise gunluk yasamda erisilen yazili kaynaklardan okuyarak edinilen bilgiler olur.
Ortalama insan genellikle edindigi bilginin guvenilirligini sorgulama ihtiyaci hemen hemen hic duymaz ve sorguladigi zaman da yontem olarak cogu kez deneme yanilmayi veya yine guvenilen kisilerin onayini kullanir. Gunluk hayatta karsilasilan ve dolayisiyla tipik “deneme-yanilma” ile test edilebilecek bilgilerin dogrulanmasi bu sayede mumkun olurken, diger daha teorik ve icinde yasadigimiz dunyayi ve toplumu aslinda daha derinden etkileyen prensiplere ait bilgiler ise cogu kez dogmatik bilgi olarak kalmaya devam eder.
Yazili kaynaklardan edinilen bilgilerde bile, cogu kez okudugumuz kaynaklarin neler olacagi dahi daha onceki birikimimiz ve cevremiz tarafindan belirleneceginden, bilgi edinmedeki sozkonusu zinciri kirma konusunda bunun da fazla bir etkisi olacagi soylenemez.
Oyleyse, eger yasadigimiz dunyayla ilgili guvenilir bilgi edinmek istiyorsak, bilincli ve kontrollu bir bilgi edinme surecine ihtiyacimiz var demektir.
Guvenilir bilgi edinmek neden kritiktir?
Bu nokta gunluk hayatta genellikle gozardi edilen bir gercek ile baglantili, ve o da insanoglunun gucunun ve basarisinin kaynagina dair degerlendirmelerle cok yakindan iliskili.
Insanoglu bu gezegende yasayan en guclu varlik ve bu gucunu cevresini kontrol edebilmesine, degistirebilmesine, doganin sagladigi imkanlari kendi lehine kullanabilmesine (alet yapmak, ates yapmak, tarim yapmak gibi), diger canlilari kolelestirebilmesine (evcil hayvanlar), vs. borclu. Yani teknolojiye.
Teknoloji bilginin yarar saglayacak sekilde kullanilmasi demek. Bugun de hala teknolojide daha ileri ulkeler digerlerinden daha guclu ve daha iyi kosullarda yasiyorlar.
Peki bir toplumun “ileri” ya da “gelismis” olmasi sadece bu mu demek? Yani gelismis ve gelismemis dedigimiz toplumlar arasindaki temel farklar nelerdir?
Bunu anlamak icin gelismislikten ne kasdettigimizi tanimlamak gerekiyor. Bu yazida gelismislikten sunu kastediyoruz: Bir toplumun bireylerinin ihtiyaclarini karsilayabilme basarisi, toplum genelinde saglayabildigi adalet ve ozgurluk duzeyi, yeni fikir ve denemelere toplumun gosterebildigi tolerans duzeyi ve icinde yasadigimiz evreni daha iyi anlamaya ve gelecekte daha iyi yasamaya imkan verecek gelismeleri kaydetme potansiyeli.
Bu tanimdan gorulecegi gibi saydiklarimizin bir kismi teknoloji ile, bir kismi ise insani degerler, ahlak, bilgelik ve erdemle igili. Fakat tamami, dogrudan veya dolayli olarak yasadigimiz dunyayla ve evrenle ilgili sahip oldugumuz bilgiler ile ilgili.
Teknoloji, dunyaya iliskin sahip oldugumuz bilgiyle ilgili. Teknoloji bilginin faydali alanlara uygulanmasi demek olduguna gore, once o bilgiye sahip olmayi, o bilgiyi edinme becerisini gerektiren bir ugras.
Ahlak, bilgelik, erdem, vs, ise hayatta kendimize edindigimiz amacla, bu evrenin ozel bir maksatla kurulup kurulmadigiyla ve varligimizin bizden bu konularda birtakim davranislar ve ozveriler gerektirip gerektirmedigiyle, toplum olarak, tum bireylerin daha iyi yasamasi icin nelerin gerektigiyle, insan ve toplum davranislarini duzenleyen faktorler, prensipler ve ilkelerle, yani yine icinde yasadigimiz evrene ait bilgilerle ilgili.
Kisacasi, toplumun gelismisligi icin, daha iyi yasamak icin, daha guclu olmak icin ve bu dunyanin sirlarini cozmek icin, kisacasi hemen hemen her sey icin “bilgi” gerekiyor. Tabi burada kastedilen bilgi “dogru” bilgi, “guvenilir” bilgi. Evrene ait dogru zannettigimiz fakat bizi yaniltan yanlis bilgiler veya yetersiz bilgi, yukarida sozunu ettigimiz cesitli alanlarda bizi yanilgiya ve yanlis yapmaya, dolayisiyla da basarisizliga itiyor.
Daha dogru ve gecerli olan, ve bu dunyayi daha iyi tasvir eden bilgilere, ve bu tur bilgileri daha guvenilir sekilde edinme imkanina sahip olanlar her acidan digerlerine gore daha avantajli oluyorlar.
Oyleyse, kontrollu ve guvenilir bir bilgi edinme yontemine ihtiyac duydugumuz asikardir. Insanoglunun gelistirmis oldugu ilk ve simdilik tek “kontrollu” bilgi edinme yontemi ise bilimdir. Cunku bilgileri “dogrulama” ve “kanitlama” kaygisiyla edinen tek bilgi edinme yontemi bilim. Ayrica kendi teorilerine saldiran, onlarda aciklar yakalayip curutmeye ve degistirmeye ugrasan tek bilgi edinme yontemi de bilim.
Dini bilgiler, efsaneler, anekdotlar, gelenekler, aliskanliklar, hayatta ilk tanistigimiz ve bize bildigimiz her seyi ogreten yakin cevremizden (aile, ogretmen, arkadas, buyukler, vs.) edindigimiz bilgiler, yani sorgulamadan “guvendigimiz” kisilerden ve kaynaklardan edinilen bilgilerin tumu ise dogrulanmadan edinilmis, “dogmatik” bilgiler. Ve dolayisiyla yanlis olma, gecersiz veya eksik olma olasiliklari yuksek olan bilgiler.
Bu noktada birtakim okuyucularin zihninde cesitli supheler ve itirazlar belirebilir. Neden bilimsel bilgiye o kadar kayitsiz sartsiz guvenebilecegimiz ve neden diger bilgilerden o kadar suphe etmemiz gerektigiyle ilgili olarak. Bunu cozmek icin bilimin yonteminin ne oldugu, bilginin teorik sinirlarini, bilginin guvenilirliginin ne demek oldugunu ve bilginin nasil dogrulanabilecegini tartismamiz gerekiyor.

Ludwig Josef Johann Wittgenstein bilim felsefesine katkısı

  • Wittgenstein bir bilim felsefecisi olmamasina ragmen, 20. yuzyilin bilim felsefesi tartismalarina onemli katkisi olan bir dusunurdur.
    Ikinci donem Wittgenstein'in dil kavramsali birincisinden tamamen farklidir artik.
     Insanlarin icinde yasadiklari dunyayi, ancak o dunyayi anlamli hale getiren bir dil dolayimindan gecirerek taniyabilecekleri icin, dili dogru anlayabilmenin yolunun onu olusturan kelimelerin "ne anlama geldigini" degil, onlarin "nasil kullnildigini" anlamaya calismaktan gectigini savunur.
    Kitabin konusunu olusturan "dil oyunlari"nin ne oldugunu aciklarken Wittgenstein, daha cok dilin nasil ogrenildigi, yahut ogretildigi uzerinde durur. 
    Wittgenstein, dil oyununu "icice gecmis dil ve eylemlerden olusan butun" olarak tanimlamaktadir. 
    Bir hareketin, davranisin anlami gibi, kelimenin, cumlenin yahut isaretin anlami da karsilik geldigi gerceklikten degil, ogesi oldugu yahut icinde yer aldigi sistemdeki konumundan kaynaklanmaktadir.
    Ikinci Wittgenstein, dili dunyanin bir resmi olarak degil, tam tersi dunyanin kendisi araciligiyla anlasildigi bir arac olarak gormeye baslamistir.
     Yani dil, belirli yasam bicimleri sonunda ortaya cikan uylasimlarla icice olusmaktadir ve ancak o yasam bicimleriyle beraber dusunuldugunde bir anlam ifade etmektedir.

  • Felsefi hastalığın ana nedeni-tek yanlı bir diyet:insanın düşüncesini yalnızca tek bir örnekle beslemesi.
  • Düşünmeye bir sınır çizmek için,bu sınırın iki yanınıda düşünebilmemiz gerekirdi (yani düşünülmeye elvermeyeni düşünebilmemiz gerekirdi.)
Sınır,öyleyse,yalnızca dilin içinde çizilebilecektir ve sınırın ötesinde kalan düpedüz saçma olacaktır.
  • Ad vermek, bir şeye etiket iliştirmekten farksızdır.
  • Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir.
  • Başkalarına, senin için ifade ettiğinden daha fazla bir şey ifade edemez. Sana neye mal olmuşsa, onlar da o kadar ödeyecekler.
  • Başkalarının derinlikleriyle oynama.
  • Ben her nesneyle nesnel olarak karşılaşır, ama ben'le karşılaşmaz.
  • Bir sözcüğün anlamı, onun dil içindeki kullanımıdır.
  • Bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir
  • Dil dünyayı resmeder.
  • Dünya, nesnelerin değil olguların toplamıdır.
  • Dilimin sınırları,

  •  dünyamın sınırlarıdır.

  • Demokrasi insanları sayar, halbuki onları tartmak gerekir.
  • Dünyadaki başka insanların bana dünya hakkında söyledikleri, benim dünya deneyimimin çok küçük ve önemsiz bir kısmıdır.
  • Eğer bir aslan konuşabilseydi, onu anlayamazdık.
  • Eğer insanlar hiç salakça şeyler yapmasaydı, akıllıca işler yapılamazdı.
  • Eğer doğruyu söylemek işimize yaramıyorsa neden doğruyu söyleyelim ki?
  • Felsefenin amacı nedir? Şişeye düşen sineğe çıkış yolunu göstermektir.
  • Felsefenin amacı felsefeyi yok etmektir.
  • Felsefede ben'den, psikolojik olmayan anlamda söz edilebilecek ve edilmesi gereken bir yol vardır.
  • Hakkında konuşamayacağımız şeylerde sessiz kalmamız gerekir.
  • Kolum yukarı kalkar olgusunu kolumu yukarı kaldırırım olgusundan çıkarırsak geriye ne kalır? İnsan kalır.
  • Mantığın tüm önermeleri totolojinin genellemeleridir ve totolojinin tüm genellemeleri mantığın önermeleridir, bunlardan başka mantıksal önerme yoktur.
  • Neden buradayız bilmiyorum, ama eğlenmemiz için olmadığı kesin.
  • Şişenin içinden dışarı çıkmak isteyen ama sürekli cama toslayarak, sersemleyen sineğe:
    ...dışarısını görebilirsin...bunu anlıyorum, ama asla dışarı çıkamazsın! ..sen cama toslamaya mahkumsun!
  • Tarihin benimle ne işi var? benimki ilk ve tek dünya.

felsefe prof.PETER DRUCKER

Peter Drucker, Frankfurt Üniversitesi’nde okudu. 

Keynes ve Schumpeter’den ders aldı. 
  Vermont’ta Bennington Koleji’nde  felsefe profesörü olarak ders verdi. 
 1945’te General Motors’u inceledi ve sonucunda 1950’de “İşletme Kavramı”başlıklı çığır açan kitabı basıldı. En önemli metni “Yönetim Uygulaması” 1954’te yayımlandı. Bu çalışmasında işletmeleri masaya yatırdı. 
21 yıl boyunca New York Üniversite’sinde hocalık yaptı. 1975’ten itibaren 20 yıl Wall Street Journal’da aylık köşe yazarlığı yaptı.Claremont Üniversitesinde Yüksek Lisans öğrencilerine “İşletmede Drucker” dersi veren Joseph A. Maciariello, Drucker için,
“Daireler halinde düşünürdü” diyor.
Dehasının bir kısmı bağlantısız görünen öğretiler arasında ortak kalıplar bulabilmesinden kaynaklanıyor. Drucker’in yazdığı kitaplar akademik kaynak olarak kullanılmadı. 
Akademik çevrelerin üretitiği gerekçe 
lineer olmayan bir yaklaşımı olması ve 
çalışmalarının ölçümlere dayanan araştırmalar içermemesi diye özetlenebilir. 
Tipik yönetim danışmanı kalıbına hiçbir zaman uymadı. 
Ev-ofisinden çalışırdı ve asla bir sekreteri olmadı. Telefonlarını hep kendi açardı.
ABD Başkanı George W. Bush 2002 yılında Drucker’a Başkanlık Özgürlük Madalyası verdi. Buraya kadar Drucker’ın bilinen hayat hikâyesi, bundan sonrası hayat hikâyesinin yönetim bilimindeki izdüşümü:
1940’larda, organizasyonların temel prensiplerinden olan, sorumluluğun dağıtılması fikrini ilk o tanıttı.
1950’lerde işçilerin yok edilmesi gereken mükellefiyetler değil, değerler olduğunu ilk o dile getirdi. Şirketin sadece kar makinesi değil, çalışana güven ve saygı üzerine kurulu bir insan topluluğu olduğu görüşünü üretti İlk kez o, yeni pazarlama kafa yapısında basit bir kavram olan “müşterisiz iş yoktur”u açıklığa kavuşturdu.
1960’larda, içeriğin önemine değindi.
1970’lerde, bilginin Yeni Ekonominin asıl sermayesi olduğunu yazan yine Drucker oldu.
1980’lerde kapitalizim ve iş dünyası hakkında ciddi şüpheler edinmeye başladı. İşletmelerin toplumların yaratılması için ideal yer olmaktan çıktığını, bireysel çıkarların eşitlikçi prensiplere karşısında her zaman galip geldiği bir yer olduğunu söylüyordu.
 Amerikan iş dünyasının en önemli eleştirmenlerinden biri oldu. 
Yöneticiler imparatorluk kurmakla uğraşırken fazla personel ve etkisiz bir sürü asistanların oluşuna karşı çıktı. 
Onu en çok kızdıran işletmelerin işten çıkarmalarda elde ettikleri büyük kazançlardı: “Bu ahlaki ve sosyal olarak affedilemez. 
Bunun için çok büyük bedel ödeyeceğiz.”
Drucker, 1980’lerde yoğun olarak yaşanan ve yasal dayanakları zayıf olduğu için eleştirilen satın almalar, birleşmeler ve benzeri operasyonlar kapitalizminin son hatası olarak görüyordu: 
“Serbest pazara inansam da, kapitalizm hakkında ciddi şüphelerim var.”
Herkesin hoşlanmadığı çıkışlar yapmaya bayılıyordu, örneğin; 1984’te bir tepe yöneticinin en düşük maaş alan işçinin 20 katından fazla maaş almasının doğru olmayacağını ilan etti. 
Drucker, kapitalizm aç gözlülüğü performans kadar hızlı ödüllendirdiğini savunurken, onun bu eleştirilerindinden hoşlanmayan ve giderek sayıları artan bir danışmanlar topluluğu oluştu. 
Drucker’ın zamanının da modasının da geçtiğini söylemeye başladılar. 
Birçoğu pazarlama fantastiği yeni nesil gurular türedi. Popüler kitaplar yayınladılar, konuşma turlarına çıkıp zengin oldular. Yeni nesil yönetim guruları Drucker’ı gölgede bırakır oldu. 
Drucker ilerleyen yıllarda dikkatini ve çalışmalarını kar amacı gütmeyen işletmelere yönlendirdi.
Bugün bildiğimiz yönetim uygulamalarının çoğunluğu Peter Drucker’ın düşüncelerinden türetildi. 
Kişileri ve kurumları yönetmenin karmaşıklıklarla dolu olduğunu söylüyordu. 
Yöneticilere iyi çalışanı tutmanın önemini, sorunlara değil imkânlara odaklanmak gerektiğini, müşterinizle masanın aynı tarafında oturmayı, rekabet avantajlarını anlama ihtiyacını ve bunları yenilemeye devam etmeyi öğretti.

BİLİM FELSEFESİ NE GİRİŞ


Bi­lin­di­ği üze­re, Ba­tı’da ger­çek­le­şen “Bi­lim­sel Dev­rim” sü­re­ciy­le baş­la­yıp yir­min­ci yüz­yı­lın ilk çey­re­ği­ne ka­dar ge­çen sü­re için­de, ev­re­nin iş­le­yi­şi­nin ak­lî te­mel­le­ri­ne ula­şıl­dı­ğı ge­nel ka­bul gö­ren bir dü­şün­cey­di. 


Ev­ren, bu sü­re için­de ye­ni bir an­lam ka­zan­mış ve­ya an­la­şı­la­bi­lir­li­ğe ka­vuş­muş ve her za­man­kin­den da­ha faz­la eri­şi­le­bi­lir bir hal al­mış­tı. An­cak, bu du­rum çok uzun sür­me­di ve yir­min­ci yüz­yı­lın ilk dö­nem­le­rin­den iti­ba­ren, hem eş­ya­nın do­ğa­sı hem de bi­zim onu kav­ra­ma gü­cü­müz hak­kın­da­ki bu ge­le­nek­sel dü­şün­me bi­çi­mi­nin al­tı­nı oya­cak bir di­zi ge­liş­me or­ta­ya çık­ma­ya baş­la­dı. 


Kı­sa­ca ifa­de edi­lir­se, za­man ve me­kân ya da mad­de ve ener­ji hak­kın­da­ki en te­mel ka­bul­le­ri­mi­zi teh­dit eden Gö­re­li­lik Ku­ra­mı’nın Eins­te­in ta­ra­fın­dan or­ta­ya ko­nul­ma­sı; Rus­sell’ın ma­te­ma­ti­ğin te­mel­le­ri­ni sar­sa­cak teo­rik pa­ra­doks­lar di­zi­si­ni keş­fet­me­si; Fre­ud’cu psi­ko­lo­ji­nin ras­yo­nel bi­lin­cin te­mel­le­ri­ni ir­ras­yo­nel bi­linç­dı­şı ok­ya­nu­sun­da bir ada­cı­ğa in­dir­ge­me­si; Gö­del’in ma­te­ma­tik­sel sis­tem­ler için­de doğ­ru­luk­la­rı is­pat­la­na­ma­yan doğ­ru yar­gı­la­rın var­lı­ğı­na da­ir öne sür­dü­ğü ek­sik­lik ka­nı­tı; Ku­an­tum Me­ka­ni­ği’nin fi­zik­sel ger­çek­li­ğin be­lir­siz ka­rak­te­ri­ni or­ta­ya çı­ka­ra­rak göz­lem­le­nen ger­çek­li­ğin bi­linç­li göz­lem­ci ta­ra­fın­dan ye­ni­den ku­rul­du­ğu­nu gös­ter­me­si; Witt­gens­te­in’ın ras­yo­na­li­te­nin ev­ren­sel stan­dart­la­rı­nı ge­çer­siz kı­la­cak olan bir dil oyun­la­rı di­zi­si­nin var­lı­ğı­nı yap­tı­ğı dil ana­liz­le­ri yo­luy­la açı­ğa çı­kar­ma­sı ve ras­yo­na­li­te­nin an­tro­po­lo­jik te­mel­le­ri­nin ya­pı­lan kül­tür ça­lış­ma­la­rıy­la sar­sıl­ma­sı bu ge­liş­me­le­rin en be­lir­gin­le­ri ola­rak sı­ra­la­na­bi­lir.
Tüm bun­la­rın ya­nın­da, 1950 son­ra­sı dö­nem­den iti­ba­ren tar­tış­ma­lar bi­lim fel­se­fe­si­ni de et­ki­le­di ve Tho­mas S. Kuhn ile Pa­ul Fe­ye­ra­bend gi­bi bi­lim fel­se­fe­ci­le­ri, bi­li­min bi­za­ti­hi ken­di­si­nin ras­yo­nel­li­ği­ne sal­dı­ra­rak, onu key­fi­lik­le ve ir­ras­yo­nel ol­mak­la suç­la­dı­lar.


Kuhn (1922-1996), ilk de­fa 1962’de ya­yım­la­dı­ğı The Struc­tu­re of Sci­en­ti­fic Re­vo­lu­ti­ons (Bi­lim­sel Dev­rim­le­rin Ya­pı­sı) ad­lı eser­le bu dü­şün­ce­le­ri­ni sis­te­ma­tik bir şe­kil­de or­ta­ya koy­du.
Kuhn’u mer­ke­ze ala­rak, bi­lim fel­se­fe­sin­de mey­da­na ge­len bu ge­liş­me ve de­ğiş­me­le­rİN ETKİSİ bi­li­min ras­yo­nel ve iler­le­me­ci ol­du­ğu şek­lin­de­ki an­la­yı­şın ve­ya bu bağ­lam­da yü­rü­tü­len tar­tış­ma­la­rın “bi­lim, so­nu iler­le­mey­le bi­ten tek en­te­lek­tü­el uğ­raş­tır” yar­gı­sın­dan tü­re­di­ği­ni be­lir­te­rek, il­gi­li yar­gı­nın Kla­sik Po­zi­ti­vist­ler (ve da­ha son­ra da Ye­ni Po­zi­ti­vist­ler) ta­ra­fın­dan or­ta­ya ko­nul­du­.

“Pe­ki ama sö­zü edi­len bu iler­le­me na­sıl ger­çek­le­şir?” so­ru­su et­ra­fın­da ise ras­yo­na­lizm ile rö­la­ti­vizm ve­ya nes­nel­lik ile gö­re­li­lik ek­se­nin­de bir tar­tış­ma­nın baş­la­dı­.

ras­yo­na­liz­me ve­ya nes­nel­li­ğe da­ir po­zi­ti­viz­min te­mel ar­gü­man­la­rı­nın ge­nel bir çer­çe­ve­si­ni sun­du.  “Me­ta­fi­zi­ğin elen­di­ği”, fel­se­fe­nin bi­li­me in­dir­gen­di­ği bu sü­reç­te, dö­ne­min önem­li tem­sil­ci­le­rin­den ha­re­ket­le bi­li­min na­sıl iler­le­me­ci bir an­la­yış içe­ri­sin­de ko­num­lan­dı­rılarak Kuhn ve Fe­ye­ra­bend gi­bi bi­lim fel­se­fe­ci­le­ri­nin bu an­la­yı­şa kar­şı gö­re­ce­li bir yak­la­şı­mı ge­liş­tir­dik­le­ri­ni ve bi­li­min gö­re­ce­li do­ğa­sı­nı tar­tış­ma­ya aç­tılar.

Kuhn’un öne­mi, be­nim­se­di­ği yak­la­şım iti­ba­riy­le bi­lim fel­se­fe­si­ni bi­lim ta­ri­hiy­le yüz­leş­tir­me­si­dir.


Bu yüz­leş­tir­me­yi sis­te­ma­tik ola­rak ger­çek­leş­tir­di­ği Bi­lim­sel Dev­rim­le­rin Ya­pı­sı ad­lı ça­lış­ma­sın­da yer alan bi­lim­sel dev­rimpa­ra­dig­mapa­ra­dig­ma de­ği­şi­mi ve öl­çü­le­mez­lik gi­bi te­mel kav­ram­lar, ken­di­sin­den son­ra uzun yıl­lar bo­yun­ca fel­se­fî tar­tış­ma­la­rın mer­ke­zin­de yer al­mış­tır.

Kuhn’a gö­re bi­lim üst dü­zey bir et­kin­lik­tir ve bi­li­min bi­ri­ki­me da­ya­lı ola­rak iler­le­di­ği fik­ri ar­tık de­ğiş­ti­ril­me­li­dir.

Ye­ni bi­lim an­la­yı­şı adıy­la or­ta­ya koy­du­ğu ça­lış­ma mo­de­lin­de, Kuhn bi­lim­sel ge­liş­me­nin şu aşa­ma­lar­dan oluş­tu­ğu­nu be­lir­tir: 
Ola­ğan bi­lim ön­ce­si dö­nem, 
ola­ğan bi­lim dö­ne­mi ve 
bi­lim­sel dev­rim.

Bun­la­rın için­de ola­ğan bi­lim ön­ce­si dö­ne­min her bi­lim da­lın­da yal­nız­ca bir kez ya­şan­dı­ğı­nı, bir an­lam­da bir ku­ram­sal çok­luk dö­ne­mi ol­du­ğu­nu ve bu ku­ram­la­rın bir­bir­le­riy­le ya­rış­tı­ğı­nı be­lir­ten Kuhn, za­man içe­ri­sin­de bu ku­ram­lar­dan bi­ri­nin di­ğer­le­ri­ne üs­tün ge­le­rek ba­şat ko­nu­ma geç­ti­ği­ni be­lirt­mek­te­dir. 

Ba­şat ko­nu­ma ge­çen ku­ram da, en az bir prob­le­mi çöz­mek­le, bü­tün bi­lim­sel et­kin­li­ği sı­nır­la­yan ve be­lir­le­yen bir ku­ram ya dapa­ra­dig­ma ha­li­ne ge­lir. Bu aşa­ma­dan son­ra baş­la­yan bi­lim yap­ma sü­re­ci de ola­ğan bi­lim dö­ne­mi adı­nı alır.

Kuhn, ola­ğan bi­lim ifa­de­si­ni, geç­miş­te ka­za­nıl­mış bir ya da da­ha faz­la bi­lim­sel ba­şa­rı üze­ri­ne sağ­lam ola­rak otur­tul­muş araş­tır­ma ve söz ko­nu­su ba­şa­rı­yı da, bel­li bir bi­lim çev­re­si­nin uy­gu­la­ma­nın sü­rek­li­li­ği­ni sağ­la­mak üze­re, bir sü­re için te­mel ka­bul et­ti­ği bi­lim­sel iler­le­me­ler an­la­mın­da kul­lan­mış­tır.

Kuhn’a gö­re ola­ğan bi­li­min, ye­ni ve ben­zer­siz ol­ma­sı ile ge­liş­me­le­re açık ol­ma­sı şek­lin­de iki te­mel özel­li­ği var­dır.


Bu iki özel­li­ği ta­şı­yan ba­şa­rı­la­ra pa­ra­dig­ma


 adı­nı ve­ren Kuhn, bir pa­ra­dig­ma­nın ku­rul­ma­sı 


sa­ye­sin­de da­ha ka­pa­lı ve uz­man­laş­mış araş­tır­ma 


ya­pı­la­bil­me­si­nin, her­han­gi bir bi­lim­sel da­lın 


ol­gun­laş­ma­sı­nın öl­çü­sü ol­du­ğu­nu ifa­de et­miş­tir.


Kuhn için bu­na­lım pa­ra­dig­ma de­ği­şi­mi­nin ön­ko­şu­lu­dur. Ona gö­re, ye­ni ku­ram ara­yış­la­rı­nın ne­de­ni var olan ku­ram içe­ri­sin­de bir ta­kım ay­kı­rı ör­nek­le­rin baş gös­ter­me­si­dir. 


Ay­kı­rı­lı­ğın far­kı­na va­rıl­ma­sıy­la bir­lik­te, ay­kı­rı­lık alı­şıl­mış bir ol­gu ha­li­ne ge­le­ne ka­dar, kav­ram­sal ka­te­go­ri­le­rin ayar­lan­dı­ğı bir dö­nem baş­lar. 


Bu sü­reç şöy­le iş­ler: ilk adım­da pa­ra­dig­ma be­lir­siz­le­şir ve ar­dın­dan ola­ğan bi­lim ku­ral­la­rı gev­şer. 


İkin­ci adım ise üç şe­kil­de so­nuç­la­na­bi­lir; 
ya so­nu­nun gel­di­ği dü­şü­nü­len pa­ra­dig­ma bu­na­lım ya­ra­tan so­ru­nu çöz­mek için ge­rek­li es­nek­li­ği gös­ter­me­yi ba­şa­rır,
 ya bu­na­lım ya­ra­tan so­run son de­re­ce kök­ten­ci ye­ni yak­la­şım­la­ra bi­le di­ren­me­ye de­vam eder, 
ya da bu­na­lım ye­ni bir pa­ra­dig­ma ada­yı­nın or­ta­ya çık­ma­sı ve bu­nun ka­bu­lü­ne iliş­kin son bir mü­ca­de­le ile so­na erer.


 Kuhn bu­na ola­ğan bi­lim­sel et­kin­li­ğin çö­kü­şü an­la­mı­na ge­len dev­rim de­mek­te­dir.


 Dev­rim yo­luy­la sü­rek­li ola­rak bir pa­ra­dig­ma­dan di­ğe­ri­ne ge­çi­şi de ol­gun bi­li­min alı­şıl­mış ge­li­şim çiz­gi­si di­ye ka­bul et­mek­te­dir. Ona gö­re, bi­lim­sel dev­rim­ler, bi­ri­kim­ci ol­ma­yan an­cak ge­li­şim­ci bir sü­re­cin par­ça­sı­dır­lar.


 Do­la­yı­sıy­la, art ar­da ge­len bi­lim­sel ku­ram­la­rın bir­bir­le­ri­ni bir man­tık sil­si­le­si ha­lin­de içer­dik­le­ri dü­şün­ce­si doğ­ru de­ğil­dir. Bir ku­ram dev­rim­sel bir bi­çim­de di­ğe­ri­nin ye­ri­ni alır. 


Son­ra­ki ku­ram bir ön­ce­ki ku­ra­ma gö­re prob­lem­le­ri da­ha ay­rın­tı­lı ve ba­şa­rı­lı bir bi­çim­de çö­züm­ler ve bu an­lam­da bir ge­liş­me söz ko­nu­su­dur. 


Ye­ni pa­ra­dig­ma ile bü­tün ol­gu­lar ye­ni bir an­lam ka­za­nır ve ön­ce­ki pa­ra­dig­ma­nın çö­züm­le­ye­me­di­ği anor­mal du­rum­lar nor­mal bi­li­min do­ğal bir par­ça­sı ha­li­ne ge­lir­ler.


Dün­ya gö­rüş­le­ri de­ği­şik ol­du­ğun­dan ye­ni ve es­ki pa­ra­dig­ma­la­rı ölç­mek, de­ğer­len­dir­mek söz ko­nu­su bi­le de­ğil­dir. 


Pa­ra­dig­ma­nın de­ğiş­me­siy­le bir­lik­te dün­ya gö­rü­şü de de­ğiş­mek­te­dir.


Bun­dan do­la­yı pa­ra­dig­ma de­ği­şik­li­ği bi­lim adam­la­rı­nın araş­tır­ma ile bağ­lan­mış ol­duk­la­rı dün­ya­yı fark­lı şe­kil­de gör­me­le­ri­ne ne­den olur.

Nobel ödüllü biyolog Gerald Edelman insanın özü nedir?

Nobel ödüllü biyolog Gerald Edelman ile yapılan söyleşi, Discover dergisinin sitesinde 16 Ocak 2009 tarihinde yayınlandı.  

Bilimde en derin sorulardan bir tanesi, aynı zamanda en az somut olanıdır. 



Hisli olmak ne anlama gelir? 


İnsanın özü nedir? 


Tartışılan hususların ölçülmesi güçleştikçe çoğu araştırmacı duraksar, ancak Gerald Edelman tereddüt etmeksizin konunun tam içine dalıyor.
Bir fizikçi ve antikorların yapısını açıklığa kavuşturduğu için 1972 yılında Nobel ödülü almış bir hücre biyoloğu olan Edelman’ın şimdiki gözdesi insan bilincinin esrarı. 



Edelman’ın zihin kuramında, bilinç biyolojik bir olgu olarak ele alınıyor ve beynin doğal seçilime benzer bir süreçten geçerek geliştiği ileri sürülüyor. 


Nöronlar bebeklikte çoğalarak birbirleriyle bağ kurar, daha sonra deneyim ile kullanışlı olan ve olmayanlar birbirinden ayrılarak yetişkin beyni çevreyle uyumlu hÃle gelir.

Edelman bu modeli ilk defa 1977 yılında, Zürih havaalanında beklerken zaman öldürmek için kÃğıda dökmüş. 



O zamandan bu yana ise bu konuda tam sekiz kitap yazmış.
 (Bunlardan sonuncusu için bkz: Second Nature: Brain Science and Human Knowledge) Edelman San Diego’daki Scripps Araştırma Enstitüsü’nde nörobiyolojinin başı. Ayrıca La Jolla - California’daki Nörobilimler Enstitüsü’nün kurucusu ve yöneticisi. 
Discover dergisi editörlerinden Susan Kruglinski ile gerçekleştirdiği söyleşide Edelman, daha önce girilmemiş bir bölgede derinlere inerek bilincin evrimini, hafızanın anlatım gücünü ve insan zihnini taklit eden bir yapay bilinç oluşturma hedefini açıklıyor.

Bilinç asla tekrarlamaz
Bu yıl Türlerin Kökeni’nin 150. yılı kutlanıyor ve pek çok insan Charles Darwin’in fikirlerinin modern yorumlarını tartışıyor. 



Sizin de kendinize ait, “Nöral Darwincilik” dediğiniz bir yorumunuz var. Bu nedir?

Pek çok bilişsel psikolog beyni bir bilgisayar gibi görür. 



Fakat her beyin, hem çevresinden hem de dünyayla 


ilişkisinden ötürü kesinlikle kendine özgüdür. 


Beynimiz kendi bireysel geçmişine bağlı olarak gelişir. 


Beynimizde olup bitenler ve yaşam boyunca süregelen bilinç asla tekrarlamaz; tek yumurta ikizlerinde dahi bu böyledir. Tüm evren tarihinde beynimiz tektir.


 Nöral Darwincilik ise bu engin çeşitliliği biyokimyadan tutun da davranışın anatomisine kadar her düzeyde incelemektedir.

Peki bu anlattıklarınız Darwin’in doğal seçilim ilkesiyle nasıl bağlanıyor?


Eğer muazzam bir hayvan nüfusu varsa ve her biri bir diğerinden farklıysa rekabet durumunda bazı farklılıklar diğerlerinden daha kullanışlı olacaktır.



 Bu farklılıklara sahip canlılar doğal seçilimde öne çıkacak ve genleri genel nüfus içinde daha yüksek bir orana sahip olacaktır. 


Benzer bir süreç beynimizde de yaşanır.


 Beyin embriyodan başlayarak biçimlenirken, beraber oluşan nöronlar birbirleriyle bağlantı kurar. 


Her birey için, beyin içinde nörondan nörona kurulan mikrobağlantılar, bu oluşumu tetikleyen çevresel faktörlere bağlıdır. 


Beynimizdeki sıra dışı çeşitlilik aslında çevremizdeki sıra dışı çeşitliliğe bir tepkidir. 


Rakamları düşündüğümüz zaman –tek bir kortekste en az 30 milyar nöron ve çok daha fazla bağlantı- en çok işe yarayan bağlantıları sürdürebilmek için seçici bir sistem kullanmamız gerekir. 


Bağlantıların ya da sinapsların gücü deneyime bağlı olarak değişkenlik gösterebilir. 


Değişken hayvanlardan ziyade, beyinde değişken mikrodevreler vardır. 

Dolayısıyla, az önce söylediğimi tekrarlıyorum: Beynimizde olup bitenler ve yaşam boyunca süregelen bilinç asla tekrarlamaz.

çizgisel olmayan tarih

Meksikalı yazar, sanatçı, filozof ve bilim yazarı Manuel De Landa, günümüzün en ilginç, en yaratıcı düşünürlerinden biri. 


Çizgisel Olmayan Tarih'in iddialı bir projesi var: İnsanlık tarihinin çok önemli bir kesidini, enerji akışlarının, kayaların ve mikroorganizmaların tarihiyle iç içe anlatmak. 


Bu projeyi gerçekleştirirken, modern doğa bilimlerindeki –çizgisel olmayan dinamikler, kendi kendine örgütlenme teorileri, yapay yaşam ve yapay zekâ, kaos teorisi gibi– yeni yaklaşımlardan, Deleuze felsefesinden ve Braudel tarihçiliğinden beslenen yazar, bu çabalarıyla bir "yeni materyalizm" anlayışının öncü ismi haline geldi.
       Bu materyalist tarih, fiziksel, biyolojik ve sosyal/kültürel dünyaların tarihini, madde-enerji akışlarının maruz kaldığı katılaşma, hızlanma ve yavaşlama süreçlerinin tarihi üzerinden okuyor.



 Bu yüzden de insanlık tarihini, içinde yer aldığı maddi dünyadan farklı biçimlerde etkilenen, ama aynı zamanda bu maddi dünyayı çok farklı biçimlerde etkileyen karmaşık bir süreç olarak ele alıyor: 


Çizgisel olmayan, ereksel bir "ilerleme" izlemeyen bir tarih bu.
       Kitabını, jeolojik tarih, biyolojik tarih ve dilsel tarih şeklinde üç bölümde kuruyor.



 Her üç tarihte de düzayak belirlenimcilik ve işlevselcilik yaklaşımlarıyla anlaşılması mümkün olmayan benzer süreçlerin işbaşında olduğunu gösteriyor. Yine son dönemde giderek yaygınlaşan tavra, insanı salt kültür veya dil üzerinden anlamaya çalışan "kültürel göreci" tavra karşı tutkulu bir polemik geliştiriyor.



Beno Kuryel, “Düşünce, bir çizgiye indirgenebilir mi?”, 

“Dilbilgisinin okullaşma süreçlerinde yerini alması, iktidar oluşumlarının kurucu taşlarını sağlar. 



Böylece toplumsal örgünün dil üzerinden kurulması gündeme taşınır. De Landa, dil desenlerinin yaşanan coğrafya özelliklerince ve toplumsal-ekonomik koşullarca geliştiğinin altını çiziyor. De Landa’nın yorumuna göre, iletişimin yalıtılması sonucu yeni diller ortaya çıkar”


       Elbette indirgenebilir.


Bugün içinde yaşadığımız, soluklandığımız paradigma ya da değerler denizinde mümkündür bu.


 Ne düşündüğümüzü iyi “biliriz”. 
Ne konuştuğumuz konusunda “kuşkumuz” neredeyse yok gibidir. 
Ayrıca, nasıl düşünüp fikir beyan ettiğimiz konusunda kaygımız da “yok gibidir.” 
Günlük ve daha kolay bir yaşam biçimi. Düşünsel alanın enine ve derinliğine gereksinme duymayan bir yaşam tarzı.


 O anı ve “en uzun zaman” olarak o günü geçirme telaşı. 


Empatinin sokağımızdan bile geçmediği, sempatinin sahte çığlıklarının kol gezdiği dar bir alan. Her gün aynı sahneler. 


Çizgiye indirgenmiş düşüncenin sahnelendiği kısır bir döngü. 


Yaşamın zorluklarına hapsolmuş olmanın, günü kurtarmanın yükü altında kalmanın anlaşılır kılabileceği bir çizgisellik bu. 


Çizgisel olarak yaşanan hayatta, çizgisel düşünmek kadar olağan bir şey olabilir mi?

Evet ve hayır. 


Çizgisellik kültürünü, ideolojisini yeniden üreten dizge, “evet”e karşılık gelirken, çizgisellikten kopmayı hedefleyen düşüncelerin çizgisellik paradigmasına rağmen üretilmiş olmasına denk gelen ise “hayır”dır.
       Çizgisellik, çizgisel olmayanı bir “görme biçimi”dir. 



Çünkü, toplum ve doğa çizgisel olmayan bir devinime (dinamik-zamana bağımlılık) sahiptir.


Çizgisel olmayanı, “çizgisel” olarak yaşamak, bir bakış açısına işaret eder. Çizgisellik, bir indirgenmişliktir. Sanki girintili çıkıntılı bir sahili yalnızca bir çizgi ile görmeye ve/veya göstermeye çalışmak gibi. Canlı ve cansız doğa ve bu ilişkiden üretilen iletişim ağları çizgisel (doğrusal) olmayan bir devinim içindedir. Bunu çizgisel olarak algılamak ya da mekanik yasalara indirgeyip anlam vermek bir bakış açısına tekabül eder. “Her şeyin bir nedeni vardır” önermesi çizgiselliği gösterir. “Her şeyin bir öyküsü vardır” önermesi ise çizgisel olmayana işaret eder. Bu çizgisel paradigmayı eleştiren ve almaşık görüş ve değerlendirmelere yer veren çabalar son yirmi yıldır artış göstermekte. Bunlardan bir tanesi tanıtacağım eser: Manuel De Landa’nın Çizgisel Olmayan Tarih – Bin Yılın Öyküsü. Metis Yayınları’ndan çıkmış, 2006. Çevirmeni Ebru Kılıç. Nitelikli bir çeviri. Metis’i Türkçeye kazandırdığı bu eser nedeniyle ve güzel çevirisinden dolayı Ebru Kılıç’ı kutlamak isterim. De Landa, 1952 Mexico City doğumlu. 


Yazar, sanatçı, filozof ve bilim yazarı. 


Kitapta, canlı ve cansız doğanın bütünselliği temel alınıyor. Ana bölümler; jeolojik tarih, biyolojik tarih ve dilsel tarih. Bunlar, üç ana bölümde toplanıyor: Lav ve Magma (jeolojik tarih), Et ve Genler (biyolojik tarih), Memler ve Normlar (dilsel tarih). Tarihsel evrimin çizgisel olmayan süreci bu çerçevede çözümleniyor.

Pozitivist lokomotif

Doğa bilimlerine çizgisel (doğrusal) olmayan yaklaşımların uygulanması yeni bir kavram değildir. 



Çizgisel (doğrusal) olmayan (nonlinear) devinim ve kaos kuramları çeşitli fizik ve mühendislik olgularının modellenmesinde ve davranışlarının incelenmesinde kullanılmıştır.


Doğa bilimlerinde, dizgelerin çizgisel olmayan davranışlarının incelenmesi tümüyle kendi disiplinleri içinde kalmıştır. Bunun yanında, ruhbilim ve toplumbilim alanlarında olgular, çizgisel olmayan devinim, çatallanma noktaları ve kaotik etkiler çerçevesinde de ele alınmıştır. 


Ancak, bu yaklaşımlarda beşeri bilimlerin doğa bilimlerine indirgenmesi gibi pozitivist bir çatı altında kalınmıştır. Bu noktada belirtmek gerekir ki, doğa bilimleri ve mühendislikte matematik modellerin çizgisel (doğrusal) olarak geliştirilmesi bir basitleştirmeyi de amaçlamıştır. Çünkü özellikle sayısal bilgisayarların ve etkin sayısal yöntemlerin gelişmesinden önce doğrusal olmayan modellerin çözümü olanaksızdı. Teknik ayrıntılarına bu yazı kapsamında girmek olanaksızdır. Ancak, doğrusallık veya çizgisellik teknik kısıtların dışında bir dünya görüşü veya paradigması içinde toplumsal bir boyut kazanmış ve disiplinlerin pozitivist lokomotifin arkasında alt alanlara atomlaşmasına neden olmuştur.
       İşte tam bu noktada De Landa devreye giriyor. 



Biyoloji, fizik ve toplumsal bilimleri olağandışı bir yaklaşımla bir ağ yapısı içinde topluyor ve ilişkilendiriyor. 


De Landa’nın en belirgin müdahalesi, çizgiselliği, tekniğe indirgenmişliğinden sıyırarak bir dünya görüşü olarak eleştirel çözümleyişi. 


Kitap,  bilim felsefesi çözümlemesi. 


Bu çözümleme yapılırken tarihten bir an olsun kopulmamış. Seçilen tarihsel parçalar ilginç lezzetler içeriyor ve bu da kitabı keyifle okunabilir kılıyor. Çizgisel olmayanın tarihini, çizgisel olmayan bir yaklaşımla ele alıyor. Eserde yer verilen temel noktalar şöyle özetlenebilir: İlerleme bir yanılsamadır. Bugünün hüküm süren paradigması olan pozitivizm/bilimcilik, bilginin sürekli ilerleyen bir yol izlediğini öne sürer. Bu ilerleme, birbirini izleyen dönemler biçiminde düşünülür. Bir önceki bir sonrakinin nedenidir. 


Örneğin, mekanik fizik olmasaydı kuantum fiziği olamazdı.


 Bilimsel ilerleme düşüncesi, nesnelliğe indirgenmiştir ve çizgiseldir.


Buna karşılık, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserin yazarı olan T. Kuhn ile aynı düşünceyi paylaşan De Landa’ya göre, bilginin üretim tarihinde ve onun örgütlü bir kurumu olan bilimin evriminde sıçramalı ve çizgisel olmayan bir süreç yaşanmıştır ve yaşanıyor. Kuhn, bilimin sosyolojisine vurgu yaparken, De Landa bilimi, daha doğrusu bilgi üretimini; jeolojik, biyolojik ve fiziksel örgüden kültürel dolambacın çizgisel olmayan hallerine göndererek çok önemli bir paradigma kopuşuna davetiye çıkarıyor. Ayrıntılandırılması bu yazıyı epey aşan diğer bazı temel noktalar şöyle özetlenebilir: Gerçeklik ve bilinç yalnızca, tarih tarafından pekiştirilmiş enerji ve biyokütle halleridir. Ve diğeri: İçinde yaşadığımız tarih, tarihi değerlendirmemiz konusunda bizi yanıltır ya da önyargılı kılar. Ve bir diğeri: Birçok şey, geleneksel olarak çizgisel olduğu yönünde düşünmeye yönlendirilmiş olsak da, çizgisel olmayandır. Son ikisi, ideoloji çözümlemesi için oldukça kayda değer önermeler.

Katmanlı diller imgesi

Kitapta dil üzerine yapılan çözümlemelerden kısaca birkaç vurgu yapmakta yarar var. Bugün egemen olan araçsal akılla bakınca dilin bir araç olduğu çabucak benimsenebilir. Hâlbuki dil yaşamın kendisinde bir süreçtir. Yaşarken bizi taşıyan bir araç değil, yaşadığımız sürecin kendisidir. De Landa dili, belirli bir toplulukta yüzyıllar içinde ağır ağır birikmiş sesler, sözcükler ve gramatik yapılar olarak tanımlıyor. Dilin toplumsal ve ekonomik bir yapısı vardır. Toplumsal devinimde sesler, sınıf ve kast ayırımları doğrultusunda birikir ve kültürel etmenlerle birlikte toplumsal katmanları birbirinden ayıran nitelikler sisteminde yerini alır. Dil, anlamlar dizgesini ifade eder. Söz dağarcığını oluşturan malzemeler ve gramatik örgüler, bildiklerimizi nasıl bildiğimizi resmeder. Böylece, ideolojinin yeniden üretilmesini bir dil olarak ele almak mümkün görünür. Bebekler anadilini dilbilgisi dersi görmeden ve kuralları öğrenmeden akıcılıkla konuşabilir. Dilbilgisinin okullaşma süreçlerinde yerini alması, iktidar oluşumlarının kurucu taşlarını sağlar. Böylece toplumsal örgünün dil üzerinden kurulması gündeme taşınır. De Landa, dil desenlerinin yaşanan coğrafya özelliklerince ve toplumsal-ekonomik koşullarca geliştiğinin altını çiziyor. De Landa’nın yorumuna göre, iletişimin yalıtılması sonucu yeni diller ortaya çıkar.
       De Landa, çökelti kayaları, hayvan türleri ve toplumsal sınıflar gibi birbirinden çok farklı yapıların benzer üretim süreçlerinin tarihsel ürünleri olarak değerlendirilebileceğini öne sürüyor. Dilde de benzer katmanlar aranabilir. Homojen kümelere ayrılarak yalıtım sayesinde birbirleriyle kaynaşan dilsel malzeme birikimlerini katmanlı sistemlere örnek gösteriyor; böylece, dilin çizgisel bir ilerleme göstermediğini vurguluyor. Katmanlı dil evrimi, çizgisel olmayan bir süreç. Buradaki çizgisel olmayan durum dilin gelişiminde kaotik bir yapının varlığına da işaret ediyor. Coğrafya özelliklerindeki ve/veya toplumsal-ekonomik koşullardaki küçük değişimler öngörülemeyen dil değişimlerine neden olabilir. Bu değişimler, yine öngörülemeyen çatallanmalara uğrar ve farklı lehçeler ortaya çıkabilir.
       Notlar tutarak ve tartışarak sindire sindire okunacak bir kitap. Çizgiselliğin eleştirisi, aynı zamanda toplumsal bir çözümlemenin anahtarını da veriyor. Heyecan dolu, çizgisel olmayan zihinsel bir üretim dileğiyle...

iki kültür-C.P.SNOW

iki Kültür
The Two Cultures, 1993
C. P. Snow

C. P. Snow’un 1959’da verdiği Rede Konferansı, edebi entelektüeller ile bilim adamları arasındaki kültür ve anlayış farkı konusunda, hâlâ devam eden önemli bir tartışma başlatmıştı.

 Tartışma giderek doğa bilimleri ile insan bilimleri alanında çalışanların birbirlerini anlamalarına engel olan 
iletişim kopukluğu üzerinde yoğunlaştı; bilim ile teknolojinin toplum için önemi ve eğitimin geleceği konusunda bir tartışmaya dönüştü. 

Snow’un, ana savlarını yeniden gözden geçirdiği İkinci Bakış’ı ve Stefan Collini’nin tartışmanın tarihsel geçmişini özetleyen önsözüyle birlikte, İki Kültür, konuya kışkırtıcı bir yaklaşım.

TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları 157

Charles Percy Snow İki Kültür isimli kitabında, sınırlarını ve etkilerini ayrıntılarıyla anlattığı iki farklı kültürü betimler. 

Snow’a göre toplumda bilimsel kültür ve edebi-entellektüel kültür olmak üzere iki farklı kültür vardır. 

1.TEKNİK KÜLTÜR:Bilimsel kültürün içinde bilim adamları, mühendisler ve diğer teknik eğitimli insanlar varken,

2.SOSYAL KÜLTÜR: edebi kültür  yazarlar,şairler , ekonomistler,psikologlar,sosyologlar, tarihçiler, siyaset bilimciler ve edebiyat adamlarından yani entelektüel bir kesimden oluşmaktadır.

   İki kültürün de farklı ilgi alanları,birikimleri ve sınırları mevcuttur. Birbirinden haberdar olmayan kültürlerin portresini çizen Snow bu soyutlaşmayı kınar. Çeşitli örnekler vererek dalında uzmanlaşmış bilim adamlarının bile kitabı bir alet olarak gördüğünü anlatır. 


Entellektüeller ise bilimsel gelişmeleri hor görür, en temel yasalardan bile bihaberlerdir.


  Bilim adamlarının çağımızda da devam eden iyimser bakış açıları, edebi temele sahip kesimleri rahatsız etmektedir. Bu entellektüel kesimse çözümler üretmek yerine olanı kabul etmekle suçlanmaktadır. Kültür ayrımları da bu noktada belirginleşir. Aynı zekaya, topluma, birikime sahip insanların farklı kültür yapılarında olmaları da bunun bir sonucudur.
  Bu sonuç, değiştirilemez cehaleti beraberinde getirir. Empati kurmayı başaramayan insanlar, birlikte hareket ederek daha iyi sonuçlar elde edebilecek olmalarına rağmen birbirlerini yermeyi, eleştirmeyi elzem sayar. 


Toplumsal bilinçsizliği de beraberinde getirebilecek bu oluşum, küresel açlık ve işsizlik kadar önemli bir sorundur. 


Çünkü tüm bu toplumsal sorunlar, farklı kutuplarda ki bu kültürlerin etkisiyle oluşmuştur.




  Yazarın konferansında ki temel eleştirisi, entellektüellere yöneliktir. Sanayi devrimini ve sonuçlarını kabullenemeyen edebi çevreler, yazara göre toplumsal suç işlemektedir. Sanayi devriminin yoksullara getirdiği yaşam standartlarının görülmemesi eserin genelinde savunulan cehaletin temelidir.Bu cehalete verilen en keskin ve çarpıcı örneği Jesus Koleji eski müdürü Corrie’nin, Pazar günleri Cambridge’e işleyen trenler hakkında ‘’ Bu durum Tanrı’yı da beni de eşit ölçüde rahatsız ediyor.’’ demesiyle verir.Snow Sanayi devriminin etkilerinin – ona göre çoğu olumlu- kabul edilmesi gerektiğini savunur. Bu etkiler gözardı edilemeyecek kadar belirgin bir değişime yol açmıştır. Atom bombasının bulunması, pek hayırlı bir gelişme olmasa da bu bilimsel atılımın , yeni bir çağın başlangıcının ispatıdır. Sanayi devriminin getirdiği yeni çağ yadsınamayacak kadar belirgindir.

  Bilimi sanattan ayrı tutan bütün öğeleri belirten Snow bu öğelerin engellenemeyeceğini belirtmeden geçmez. İnsanlar diğer kültürü tanımaya çalışmadıkça, o kültürde bir birikim elde etmedikçe bu yozlaşmanın önüne geçilemez. Yazar bunu kendi tabiriyle şöyle belirtir. ‘’Sanat bu haliyle bilimin hiç işine yaramaz tabi…’’

  Kutuplaşma dini ve siyasi açıdan ele alındığında, bilim adamları inançsız, entelektüel kesim ise muhafazakar kısımda yoğun olarak yer alır. Açık siyaset alanında ise bilim adamları genel olarak ortanın solunda, edebi çevreler ise yine muhafazakarlar kısmında, yani sağında yer alır.


Yazar, esen bu kısmında  bilimsel kültürü iki ayrı bölüme ayırır. 


Mühendisler ve temel bilimciler olarak ayırdığı bu kesim, ortak payda da birleşse de diğer kültürle etkileşimler konusunda kesin farklılıklar yaratmaktadır.
Temel bilimciler edebi eserler de pek yer almasa da, mühendisler çoğu romanın karakteristik yapısında yer almaktadır.


 Snow’ a göre mühendisler edebi kesimin istediği gibi kişilikleri ve ruhlarıyla vardır. 


Temel bilimciler ise teorilerini hayatlarına yansıttıkları için bilimleriyle vardır
. Bu mühendislerden muhafazakar kesimde olanların azımsanamayacak ölçüde olmasıyla örneklenebilir.



  Bu iki kültürü, bütün yönleriyle ele alan yazar, iş hayatında bilimsel kesimin avantajını açıkça belirtir. İş hayatında edebiyat fakülteleri mezunları mühendislerin ancak yüzde 60 ı oranında maaş alabilmektedirler. Ancak bu toplumun ayıbı ve kutuplaşmanın sonucudur.
  Kitabın ikinci bölümünde yoksulluk ve zenginlik kavramlarını, yoksul ve zengin ülkelere indirger. Bu ülkeler arasında ki uçurumların kapatılması yönünde tavsiyeler verir, fikirler sunar.

  
 Yazarın eserin genelinde vermek istediği düşünce, iki kültürün kutuplaşmadan uzaklaşması, bilgilenmesi ve aydınlanması doğrultusundadır. 


Bu düşünceyle iki farklı kültür birbirinden ne kadar etkilenir ve yararlanırsa o kadar ilerler. 


Kategorize ettiği kültürleri birleştirmek için konferanslar veren Snow’un temel düşüncesi budur. 


Toplumlarda ki eğitim yapısının uzmanlaşma eğitimine dayalı olmasının zararlarını savunan Snow tamamen bu yönde açıklamalar yapmıştır