Yenileşimi süreç olarak gören paradigma, yenileşimi patentli bir ürün gören teknoloji hayranlarının aksine arge merkezi çalışanlarının psiko-sosyal etkileşimine daha çok önem verir.
Yenileşimin doğasını anlamak için arge merkezinde çalışan yenileşimcilerin iç yapısını, inançlarını, ilişkilerini , düşünce modellerini, karekterlerini, başka arge merkezlerine bakış açısını incelemek ve kurum kültür yapısını iyi araştırmak gerekir.
Ürün geliştirme şirketin mevcut teknoloji kapasitesindeki problemleri çözme ve müşteri taleplerine göre mevcut üründe boyutsal değişikliklerdir.Bu aşamada ki yenileşim stratejisi mevcut ürün ve teknoloji ömrünü uzatmaktan başka amacı yoktur.Ürün ve teknoloji ömrünü tamamladığında PARADİGMA kaymasına yol açar.
Şirket üst yönetim finansal kaygılar ile mevcut teknoloji ve ürünü koruma çabaları yetersiz kalır ise şirket krize girer. Yatırımdan kaçınma veya geleceğin planlanamaması ,risk den kaçma şirket için OLAĞANÜSTÜ bir döneme sokar.Yenileşimi doğuran güç bu kriz aşamasında hareke geçer. Çince kriz kelimesinin içinde olan tehdit ve fırsat bu paradoksun sonucudur.Yenileşim dönüşümü şirketin kültüründe ki sosyo-psikolojik reflekslere bağlıdır. Yoksa CEO nun dehasından kaynaklanmaz.Bu sırada yaşanılan yaratıcı gerilim ürün ve süreç yenileşimin fikirlerini ortaya çıkarır.Ani yenileşimci fikirler şirket üst yönetiminde yenileşim stratejilerini yaratır.Burada ki çıkış noktası arge deneyleri ve bilgi alışverişi değil mevcut İŞ PARADİGMASI eksen kaymasıdır.Bu esnek düşünme formel mantık ölçülerini aşar.Bilindışı-subliminal yazarı leonard mlodinov göre yeni bilinçdışı kavramı bize evrimin bir armağınıdır ve bir tür olarak hayatta kalmanın önemli bir rolü vardır- zihinsel yaratıcılığın kaynağı olup,bilgi ve deneyim taşıyan 100 000 000 000 nöron arasında bağlantı kurmanın kişisel odaklanma ve tutku gibi duygusal zeka bileşeni vardır.Yenileşimcilerin gücü paradigma eksen kayması -değişim değil-sürecindeki bilgi üretiminden kaynaklanır.Bugüne kadar sahip olduğumuz know-how zaten yenileşime karşıdır. Yenileşim atölyelerinde çalışan , farkı bilgi ,yaş,uzmanlık seviyelerinden meydana gelen yenileşimci insanların kültürü bilgi paylaşımını kolaylaştırır." i-lab" yenileşim atölyelerinin arge merkezlerinde farklı olmasının nedeni de bu paradoks kültüründen kaynaklanır. Arge teknik bir ekip iken yenileşim atölyesi pazarlama, üretim, arge, finans, müşteri ve tedarik temsilcileri, bilim adamları, doktora öğrencilerinden oluşan " özgür fikirlerin" buluştuğu bilimsel ortamdır.Platon un geometri bilmeyen giremez dediği akademiler artık şirketlerin kendi bilgi üretim merkezleridir.Arge merkezi olan her şirket,aslında bir üniversitedir.Bu arge merkezleri zamanla sabancı holding in SUNUM gibi nanoteknoloji arge merkezlerini dönüşerek bilgiyi üretecektir.SUNUM lar ne bir üniversite ne de bir şirketdir.İnovasyon ekonomisinin temel taşlarıdır.
cahit günaydın
www.cahitgunaydin.com
BİLİM FELSEFESİ ne ilgi duyan,araştıran,sorgulayan herkese açık bir BLOG
inovasyon paradigması-3
Mühendis bilimi tekniğe indirger.Farklı uzmanlık alanlarında alınan bilimsel eğitim zamanla güncelliğini yitirdiği gibi hafızalardan da çalışma hayatına bağlı olarak silinir.
İş hayatına girince organizasyonun size verdiği görev ve pozisyonla öğrenmeniz gereken konular farklılaşır.
kalite mühendisliği işim olunca six sigma,yalın üretim , kaizen gibi teknik sistemleri çok sayıda firmada uyguladım. EDWARD DEMİNG , ISHIKAWA , JURAN,FEINGENBEUM bizim kalite gurularımızdı.
Yönetim danışmanlığı alanına girince bir felsefe prof. olan Peter Drucker dan Peter Senge ye bir çok yönetim gurusu idi zihinsel kayanğımız...MBA yaparak işletme yönetim konusunda işletme prof.larında ders aldım. Ama inovasyon konusunda gelince nasıl düşünüyoruz sorusunun yanıtını vercek bir iş ve kalite gurusu yoktu.
BİLİM FELSEFESİ sınırlarında zihnisel olarak dolaşırken , İNOVASYON PARADİGMASI na geldim. Beni zihnen besleyecek kaynak bilim felsefe filozofları idi.Artık bilim felsefesine giriş yapmak gerekiyordu .
Nerden başladım derseniz
Carnap ve İstanbul Üniversitesine gelen Hans Reichhenbach ın bilimsel felsefenin doğuşunu okudum.MANTIKSAL POZİTİVİZM in bilimsel anlam, doğrulanabilirlik ilkesi, tümevarım ile metafizik tortuları bilimden temizleme tezleri ilgimi çekti.
KARL POPPER eleştirel RASYONALİZM ile yanlışlanabilirlik ilkesi ve almanyada en çok okunan kitabı hayat problem çözmektiri okudum.
THOMAS KUHN bilimsel devrimlerin yapısı ile hem mantıksal pozitivizme hem eleştirel rasyonalizm e karşı geliştirdiği PARADİGMA değişimi tezi ile bir zihinsel sıçrama yapması bilim felsefesine rölativizm getirmişti. WİTTGENSTEİN ın dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır sözü ve PAUL FEYERANBEND in dadacı bilim yaklaşımı bilim felsefesinin 21.yy da CERN de ki higg parçacığının aranmasının temel zihinsel kaynağı olacağını gösteriyor. EDWARD WİTTEN in M TEORİSİ nde standart modelin 5 farklı modelini nasıl matematik formülünde birleştiriyor ise imre lakatos popper ve kuhn u sofistike olarak bilimsel araştırma programınıa indirgiyordu.
1977 nobel kimya ödül sahibi İLYA PRIGOGİNE VE filozof İSABELLE STRENGERS ortak yazdığı bir eser olan "yeni ittifak" LA NOUVELLE ALLİANCE bilim felsefesinde sembolik bir örnektir.
biyoteknoloji, genmühendisliği, molekülerbiyoloji, nanoteknoloji fizik kaynaklı felsefeden kimya ,biyoloji kaynaklı bilim felsefesine yeni tezler,teoriler getirmektedir.
DÜŞÜNCENİN beyinle ilişkisi nedir ? sorusu bilim felsefesine girmiştir.
Bonjure la nouvelle alliance derken tarihsel bir epistemoloji kuran GASTON BACHELARD alman,amerikan,ingiliz bilim felsefecilerine sorbonne imgelem teorisi ile tanıştırdı.YENİ BİLİMSEL ANLAYIŞ adlı kitabı 20 yy matematik ve fizik bilimlerinde temel yenilik üzerine bir düşünmedir."Gerçek asla inanabileceğimiz bir şey değildir,o daima düşünmemiz gereken bir şeydir .bilim felsefe yaratır "der Gaston Bachelard.
İnovasyon ekonomisinin tüm araştırmacıları ve düşünürleri "bilim felsefesi"nde soru sormaya başlıyor.Bilim insanlığa nasıl hizmet eder? Siz de bilim ile soru sormaya başlıyorsanız BİLİM FELSEFESİ ile ilgilenmeye başladınız demektir. İlgi varsa "bilgi"niz olur.Bilginiz var ise fikriniz olur.Fikriniz var ise yazacak bir bloĞunuz.
cahit günaydın
www.cahitgunaydin.com
İş hayatına girince organizasyonun size verdiği görev ve pozisyonla öğrenmeniz gereken konular farklılaşır.
kalite mühendisliği işim olunca six sigma,yalın üretim , kaizen gibi teknik sistemleri çok sayıda firmada uyguladım. EDWARD DEMİNG , ISHIKAWA , JURAN,FEINGENBEUM bizim kalite gurularımızdı.
Yönetim danışmanlığı alanına girince bir felsefe prof. olan Peter Drucker dan Peter Senge ye bir çok yönetim gurusu idi zihinsel kayanğımız...MBA yaparak işletme yönetim konusunda işletme prof.larında ders aldım. Ama inovasyon konusunda gelince nasıl düşünüyoruz sorusunun yanıtını vercek bir iş ve kalite gurusu yoktu.
BİLİM FELSEFESİ sınırlarında zihnisel olarak dolaşırken , İNOVASYON PARADİGMASI na geldim. Beni zihnen besleyecek kaynak bilim felsefe filozofları idi.Artık bilim felsefesine giriş yapmak gerekiyordu .
Nerden başladım derseniz
Carnap ve İstanbul Üniversitesine gelen Hans Reichhenbach ın bilimsel felsefenin doğuşunu okudum.MANTIKSAL POZİTİVİZM in bilimsel anlam, doğrulanabilirlik ilkesi, tümevarım ile metafizik tortuları bilimden temizleme tezleri ilgimi çekti.
KARL POPPER eleştirel RASYONALİZM ile yanlışlanabilirlik ilkesi ve almanyada en çok okunan kitabı hayat problem çözmektiri okudum.
THOMAS KUHN bilimsel devrimlerin yapısı ile hem mantıksal pozitivizme hem eleştirel rasyonalizm e karşı geliştirdiği PARADİGMA değişimi tezi ile bir zihinsel sıçrama yapması bilim felsefesine rölativizm getirmişti. WİTTGENSTEİN ın dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır sözü ve PAUL FEYERANBEND in dadacı bilim yaklaşımı bilim felsefesinin 21.yy da CERN de ki higg parçacığının aranmasının temel zihinsel kaynağı olacağını gösteriyor. EDWARD WİTTEN in M TEORİSİ nde standart modelin 5 farklı modelini nasıl matematik formülünde birleştiriyor ise imre lakatos popper ve kuhn u sofistike olarak bilimsel araştırma programınıa indirgiyordu.
1977 nobel kimya ödül sahibi İLYA PRIGOGİNE VE filozof İSABELLE STRENGERS ortak yazdığı bir eser olan "yeni ittifak" LA NOUVELLE ALLİANCE bilim felsefesinde sembolik bir örnektir.
biyoteknoloji, genmühendisliği, molekülerbiyoloji, nanoteknoloji fizik kaynaklı felsefeden kimya ,biyoloji kaynaklı bilim felsefesine yeni tezler,teoriler getirmektedir.
DÜŞÜNCENİN beyinle ilişkisi nedir ? sorusu bilim felsefesine girmiştir.
Bonjure la nouvelle alliance derken tarihsel bir epistemoloji kuran GASTON BACHELARD alman,amerikan,ingiliz bilim felsefecilerine sorbonne imgelem teorisi ile tanıştırdı.YENİ BİLİMSEL ANLAYIŞ adlı kitabı 20 yy matematik ve fizik bilimlerinde temel yenilik üzerine bir düşünmedir."Gerçek asla inanabileceğimiz bir şey değildir,o daima düşünmemiz gereken bir şeydir .bilim felsefe yaratır "der Gaston Bachelard.
İnovasyon ekonomisinin tüm araştırmacıları ve düşünürleri "bilim felsefesi"nde soru sormaya başlıyor.Bilim insanlığa nasıl hizmet eder? Siz de bilim ile soru sormaya başlıyorsanız BİLİM FELSEFESİ ile ilgilenmeye başladınız demektir. İlgi varsa "bilgi"niz olur.Bilginiz var ise fikriniz olur.Fikriniz var ise yazacak bir bloĞunuz.
cahit günaydın
www.cahitgunaydin.com
bilimsel yöntem nedir?
Bilgi Edinmede Bilimsel Yöntem nedir?
1) Kendi gozlem ve tecrubelerine dayanarak,
2) Guvenilir kisilerden (genellikle yasca daha buyuk veya toplumda konum olarak daha yuksek kisilerden) aktarilan tecrubelere dayanarak,
3) Bilincli bir bilgi edinme yontemi kullanarak (gunumuzde bilim) bilgi edinir.
Kisinin dunya gorusu, kafa yapisi, dusunce bicimi, aliskanliklari ve kisiligi buyuk olcude yetisilen cevre tarafindan bicimlendirilir ve aile buyuklerinden, icinde yasanilan toplumdan, cevreden, arkadaslardan, ogretmenlerden, yasca buyuk ve konum olarak ustte bulunan kisilerden, otorite sembollerinden, dini karakterlerden, kisacasi guvenilen kisilerden edinilen bilgilere dayanarak olusturulur.Kisinin kendi gozlem ve tecrubelerinden edinecegi bilgilerin bile yasanilan toplumdan ve daha once yasamis kisilerin bulgularindan etkilenecegi goz onune alinirsa, eger bilincli bir bilgi edinme yontemi kullanilmiyorsa, edinilen bilgilerin hemen hemen her zaman disaridan hazir alinan ve bilincli bir sekilde dogrulanmayan bilgiler olacagi rahatca gorulebilir.Bu disaridan hazir alinan ve dogrulanmayan bilgilerin (dogmatik bilgiler) kaynaklari kucuklukten beri duyulan ogutler, sohbetler sonucu ortaya cikan bilincsiz ogrenmeler, baskalarinin basindan gecmis oldugu soylenen olaylara dair hikayeler, zaman zaman atasozleri ve efsaneler, diger zamanlarda ise gunluk yasamda erisilen yazili kaynaklardan okuyarak edinilen bilgiler olur.
Ortalama insan genellikle edindigi bilginin guvenilirligini sorgulama ihtiyaci hemen hemen hic duymaz ve sorguladigi zaman da yontem olarak cogu kez deneme yanilmayi veya yine guvenilen kisilerin onayini kullanir. Gunluk hayatta karsilasilan ve dolayisiyla tipik “deneme-yanilma” ile test edilebilecek bilgilerin dogrulanmasi bu sayede mumkun olurken, diger daha teorik ve icinde yasadigimiz dunyayi ve toplumu aslinda daha derinden etkileyen prensiplere ait bilgiler ise cogu kez dogmatik bilgi olarak kalmaya devam eder.
Yazili kaynaklardan edinilen bilgilerde bile, cogu kez okudugumuz kaynaklarin neler olacagi dahi daha onceki birikimimiz ve cevremiz tarafindan belirleneceginden, bilgi edinmedeki sozkonusu zinciri kirma konusunda bunun da fazla bir etkisi olacagi soylenemez.
Oyleyse, eger yasadigimiz dunyayla ilgili guvenilir bilgi edinmek istiyorsak, bilincli ve kontrollu bir bilgi edinme surecine ihtiyacimiz var demektir.
Guvenilir bilgi edinmek neden kritiktir?
Bu nokta gunluk hayatta genellikle gozardi edilen bir gercek ile baglantili, ve o da insanoglunun gucunun ve basarisinin kaynagina dair degerlendirmelerle cok yakindan iliskili.
Insanoglu bu gezegende yasayan en guclu varlik ve bu gucunu cevresini kontrol edebilmesine, degistirebilmesine, doganin sagladigi imkanlari kendi lehine kullanabilmesine (alet yapmak, ates yapmak, tarim yapmak gibi), diger canlilari kolelestirebilmesine (evcil hayvanlar), vs. borclu. Yani teknolojiye.
Teknoloji bilginin yarar saglayacak sekilde kullanilmasi demek. Bugun de hala teknolojide daha ileri ulkeler digerlerinden daha guclu ve daha iyi kosullarda yasiyorlar.
Peki bir toplumun “ileri” ya da “gelismis” olmasi sadece bu mu demek? Yani gelismis ve gelismemis dedigimiz toplumlar arasindaki temel farklar nelerdir?
Bunu anlamak icin gelismislikten ne kasdettigimizi tanimlamak gerekiyor. Bu yazida gelismislikten sunu kastediyoruz: Bir toplumun bireylerinin ihtiyaclarini karsilayabilme basarisi, toplum genelinde saglayabildigi adalet ve ozgurluk duzeyi, yeni fikir ve denemelere toplumun gosterebildigi tolerans duzeyi ve icinde yasadigimiz evreni daha iyi anlamaya ve gelecekte daha iyi yasamaya imkan verecek gelismeleri kaydetme potansiyeli.
Bu tanimdan gorulecegi gibi saydiklarimizin bir kismi teknoloji ile, bir kismi ise insani degerler, ahlak, bilgelik ve erdemle igili. Fakat tamami, dogrudan veya dolayli olarak yasadigimiz dunyayla ve evrenle ilgili sahip oldugumuz bilgiler ile ilgili.
Teknoloji, dunyaya iliskin sahip oldugumuz bilgiyle ilgili. Teknoloji bilginin faydali alanlara uygulanmasi demek olduguna gore, once o bilgiye sahip olmayi, o bilgiyi edinme becerisini gerektiren bir ugras.
Ahlak, bilgelik, erdem, vs, ise hayatta kendimize edindigimiz amacla, bu evrenin ozel bir maksatla kurulup kurulmadigiyla ve varligimizin bizden bu konularda birtakim davranislar ve ozveriler gerektirip gerektirmedigiyle, toplum olarak, tum bireylerin daha iyi yasamasi icin nelerin gerektigiyle, insan ve toplum davranislarini duzenleyen faktorler, prensipler ve ilkelerle, yani yine icinde yasadigimiz evrene ait bilgilerle ilgili.
Kisacasi, toplumun gelismisligi icin, daha iyi yasamak icin, daha guclu olmak icin ve bu dunyanin sirlarini cozmek icin, kisacasi hemen hemen her sey icin “bilgi” gerekiyor. Tabi burada kastedilen bilgi “dogru” bilgi, “guvenilir” bilgi. Evrene ait dogru zannettigimiz fakat bizi yaniltan yanlis bilgiler veya yetersiz bilgi, yukarida sozunu ettigimiz cesitli alanlarda bizi yanilgiya ve yanlis yapmaya, dolayisiyla da basarisizliga itiyor.
Daha dogru ve gecerli olan, ve bu dunyayi daha iyi tasvir eden bilgilere, ve bu tur bilgileri daha guvenilir sekilde edinme imkanina sahip olanlar her acidan digerlerine gore daha avantajli oluyorlar.
Oyleyse, kontrollu ve guvenilir bir bilgi edinme yontemine ihtiyac duydugumuz asikardir. Insanoglunun gelistirmis oldugu ilk ve simdilik tek “kontrollu” bilgi edinme yontemi ise bilimdir. Cunku bilgileri “dogrulama” ve “kanitlama” kaygisiyla edinen tek bilgi edinme yontemi bilim. Ayrica kendi teorilerine saldiran, onlarda aciklar yakalayip curutmeye ve degistirmeye ugrasan tek bilgi edinme yontemi de bilim.
Dini bilgiler, efsaneler, anekdotlar, gelenekler, aliskanliklar, hayatta ilk tanistigimiz ve bize bildigimiz her seyi ogreten yakin cevremizden (aile, ogretmen, arkadas, buyukler, vs.) edindigimiz bilgiler, yani sorgulamadan “guvendigimiz” kisilerden ve kaynaklardan edinilen bilgilerin tumu ise dogrulanmadan edinilmis, “dogmatik” bilgiler. Ve dolayisiyla yanlis olma, gecersiz veya eksik olma olasiliklari yuksek olan bilgiler.
Bu noktada birtakim okuyucularin zihninde cesitli supheler ve itirazlar belirebilir. Neden bilimsel bilgiye o kadar kayitsiz sartsiz guvenebilecegimiz ve neden diger bilgilerden o kadar suphe etmemiz gerektigiyle ilgili olarak. Bunu cozmek icin bilimin yonteminin ne oldugu, bilginin teorik sinirlarini, bilginin guvenilirliginin ne demek oldugunu ve bilginin nasil dogrulanabilecegini tartismamiz gerekiyor.
Ludwig Josef Johann Wittgenstein bilim felsefesine katkısı
- Wittgenstein bir bilim felsefecisi olmamasina ragmen, 20. yuzyilin bilim felsefesi tartismalarina onemli katkisi olan bir dusunurdur.Ikinci donem Wittgenstein'in dil kavramsali birincisinden tamamen farklidir artik.Insanlarin icinde yasadiklari dunyayi, ancak o dunyayi anlamli hale getiren bir dil dolayimindan gecirerek taniyabilecekleri icin, dili dogru anlayabilmenin yolunun onu olusturan kelimelerin "ne anlama geldigini" degil, onlarin "nasil kullnildigini" anlamaya calismaktan gectigini savunur.Kitabin konusunu olusturan "dil oyunlari"nin ne oldugunu aciklarken Wittgenstein, daha cok dilin nasil ogrenildigi, yahut ogretildigi uzerinde durur.Wittgenstein, dil oyununu "icice gecmis dil ve eylemlerden olusan butun" olarak tanimlamaktadir.Bir hareketin, davranisin anlami gibi, kelimenin, cumlenin yahut isaretin anlami da karsilik geldigi gerceklikten degil, ogesi oldugu yahut icinde yer aldigi sistemdeki konumundan kaynaklanmaktadir.Ikinci Wittgenstein, dili dunyanin bir resmi olarak degil, tam tersi dunyanin kendisi araciligiyla anlasildigi bir arac olarak gormeye baslamistir.Yani dil, belirli yasam bicimleri sonunda ortaya cikan uylasimlarla icice olusmaktadir ve ancak o yasam bicimleriyle beraber dusunuldugunde bir anlam ifade etmektedir.
- Felsefi hastalığın ana nedeni-tek yanlı bir diyet:insanın düşüncesini yalnızca tek bir örnekle beslemesi.
- Düşünmeye bir sınır çizmek için,bu sınırın iki yanınıda düşünebilmemiz gerekirdi (yani düşünülmeye elvermeyeni düşünebilmemiz gerekirdi.)
Sınır,öyleyse,yalnızca dilin içinde çizilebilecektir ve sınırın ötesinde kalan düpedüz saçma olacaktır.
- Ad vermek, bir şeye etiket iliştirmekten farksızdır.
- Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir.
- Başkalarına, senin için ifade ettiğinden daha fazla bir şey ifade edemez. Sana neye mal olmuşsa, onlar da o kadar ödeyecekler.
- Başkalarının derinlikleriyle oynama.
- Ben her nesneyle nesnel olarak karşılaşır, ama ben'le karşılaşmaz.
- Bir sözcüğün anlamı, onun dil içindeki kullanımıdır.
- Bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir
- Dil dünyayı resmeder.
- Dünya, nesnelerin değil olguların toplamıdır.
- Dilimin sınırları,
- dünyamın sınırlarıdır.
- Demokrasi insanları sayar, halbuki onları tartmak gerekir.
- Dünyadaki başka insanların bana dünya hakkında söyledikleri, benim dünya deneyimimin çok küçük ve önemsiz bir kısmıdır.
- Eğer bir aslan konuşabilseydi, onu anlayamazdık.
- Eğer insanlar hiç salakça şeyler yapmasaydı, akıllıca işler yapılamazdı.
- Eğer doğruyu söylemek işimize yaramıyorsa neden doğruyu söyleyelim ki?
- Felsefenin amacı nedir? Şişeye düşen sineğe çıkış yolunu göstermektir.
- Felsefenin amacı felsefeyi yok etmektir.
- Felsefede ben'den, psikolojik olmayan anlamda söz edilebilecek ve edilmesi gereken bir yol vardır.
- Hakkında konuşamayacağımız şeylerde sessiz kalmamız gerekir.
- Kolum yukarı kalkar olgusunu kolumu yukarı kaldırırım olgusundan çıkarırsak geriye ne kalır? İnsan kalır.
- Mantığın tüm önermeleri totolojinin genellemeleridir ve totolojinin tüm genellemeleri mantığın önermeleridir, bunlardan başka mantıksal önerme yoktur.
- Neden buradayız bilmiyorum, ama eğlenmemiz için olmadığı kesin.
- Şişenin içinden dışarı çıkmak isteyen ama sürekli cama toslayarak, sersemleyen sineğe:
...dışarısını görebilirsin...bunu anlıyorum, ama asla dışarı çıkamazsın! ..sen cama toslamaya mahkumsun! - Tarihin benimle ne işi var? benimki ilk ve tek dünya.
felsefe prof.PETER DRUCKER
Peter Drucker, Frankfurt Üniversitesi’nde okudu.
Keynes ve Schumpeter’den ders aldı.
1945’te General Motors’u inceledi ve sonucunda 1950’de “İşletme Kavramı”başlıklı çığır açan kitabı basıldı. En önemli metni “Yönetim Uygulaması” 1954’te yayımlandı. Bu çalışmasında işletmeleri masaya yatırdı.
21 yıl boyunca New York Üniversite’sinde hocalık yaptı. 1975’ten itibaren 20 yıl Wall Street Journal’da aylık köşe yazarlığı yaptı.Claremont Üniversitesinde Yüksek Lisans öğrencilerine “İşletmede Drucker” dersi veren Joseph A. Maciariello, Drucker için,
“Daireler halinde düşünürdü” diyor.
“Daireler halinde düşünürdü” diyor.
Dehasının bir kısmı bağlantısız görünen öğretiler arasında ortak kalıplar bulabilmesinden kaynaklanıyor. Drucker’in yazdığı kitaplar akademik kaynak olarak kullanılmadı.
Akademik çevrelerin üretitiği gerekçe
lineer olmayan bir yaklaşımı olması ve
çalışmalarının ölçümlere dayanan araştırmalar içermemesi diye özetlenebilir.
lineer olmayan bir yaklaşımı olması ve
çalışmalarının ölçümlere dayanan araştırmalar içermemesi diye özetlenebilir.
Tipik yönetim danışmanı kalıbına hiçbir zaman uymadı.
Ev-ofisinden çalışırdı ve asla bir sekreteri olmadı. Telefonlarını hep kendi açardı.
ABD Başkanı George W. Bush 2002 yılında Drucker’a Başkanlık Özgürlük Madalyası verdi. Buraya kadar Drucker’ın bilinen hayat hikâyesi, bundan sonrası hayat hikâyesinin yönetim bilimindeki izdüşümü:
1940’larda, organizasyonların temel prensiplerinden olan, sorumluluğun dağıtılması fikrini ilk o tanıttı.
1950’lerde işçilerin yok edilmesi gereken mükellefiyetler değil, değerler olduğunu ilk o dile getirdi. Şirketin sadece kar makinesi değil, çalışana güven ve saygı üzerine kurulu bir insan topluluğu olduğu görüşünü üretti İlk kez o, yeni pazarlama kafa yapısında basit bir kavram olan “müşterisiz iş yoktur”u açıklığa kavuşturdu.
1960’larda, içeriğin önemine değindi.
1970’lerde, bilginin Yeni Ekonominin asıl sermayesi olduğunu yazan yine Drucker oldu.
1980’lerde kapitalizim ve iş dünyası hakkında ciddi şüpheler edinmeye başladı. İşletmelerin toplumların yaratılması için ideal yer olmaktan çıktığını, bireysel çıkarların eşitlikçi prensiplere karşısında her zaman galip geldiği bir yer olduğunu söylüyordu.
Amerikan iş dünyasının en önemli eleştirmenlerinden biri oldu.
Yöneticiler imparatorluk kurmakla uğraşırken fazla personel ve etkisiz bir sürü asistanların oluşuna karşı çıktı.
Onu en çok kızdıran işletmelerin işten çıkarmalarda elde ettikleri büyük kazançlardı: “Bu ahlaki ve sosyal olarak affedilemez.
Bunun için çok büyük bedel ödeyeceğiz.”
Drucker, 1980’lerde yoğun olarak yaşanan ve yasal dayanakları zayıf olduğu için eleştirilen satın almalar, birleşmeler ve benzeri operasyonlar kapitalizminin son hatası olarak görüyordu:
“Serbest pazara inansam da, kapitalizm hakkında ciddi şüphelerim var.”
Herkesin hoşlanmadığı çıkışlar yapmaya bayılıyordu, örneğin; 1984’te bir tepe yöneticinin en düşük maaş alan işçinin 20 katından fazla maaş almasının doğru olmayacağını ilan etti.
Drucker, kapitalizm aç gözlülüğü performans kadar hızlı ödüllendirdiğini savunurken, onun bu eleştirilerindinden hoşlanmayan ve giderek sayıları artan bir danışmanlar topluluğu oluştu.
Drucker’ın zamanının da modasının da geçtiğini söylemeye başladılar.
Birçoğu pazarlama fantastiği yeni nesil gurular türedi. Popüler kitaplar yayınladılar, konuşma turlarına çıkıp zengin oldular. Yeni nesil yönetim guruları Drucker’ı gölgede bırakır oldu.
Drucker ilerleyen yıllarda dikkatini ve çalışmalarını kar amacı gütmeyen işletmelere yönlendirdi.
Bugün bildiğimiz yönetim uygulamalarının çoğunluğu Peter Drucker’ın düşüncelerinden türetildi.
Kişileri ve kurumları yönetmenin karmaşıklıklarla dolu olduğunu söylüyordu.
Yöneticilere iyi çalışanı tutmanın önemini, sorunlara değil imkânlara odaklanmak gerektiğini, müşterinizle masanın aynı tarafında oturmayı, rekabet avantajlarını anlama ihtiyacını ve bunları yenilemeye devam etmeyi öğretti.
BİLİM FELSEFESİ NE GİRİŞ
Bilindiği üzere, Batı’da gerçekleşen “Bilimsel Devrim” süreciyle başlayıp yirminci yüzyılın ilk çeyreğine kadar geçen süre içinde, evrenin işleyişinin aklî temellerine ulaşıldığı genel kabul gören bir düşünceydi.
Evren, bu süre içinde yeni bir anlam kazanmış veya anlaşılabilirliğe kavuşmuş ve her zamankinden daha fazla erişilebilir bir hal almıştı. Ancak, bu durum çok uzun sürmedi ve yirminci yüzyılın ilk dönemlerinden itibaren, hem eşyanın doğası hem de bizim onu kavrama gücümüz hakkındaki bu geleneksel düşünme biçiminin altını oyacak bir dizi gelişme ortaya çıkmaya başladı.
Kısaca ifade edilirse, zaman ve mekân ya da madde ve enerji hakkındaki en temel kabullerimizi tehdit eden Görelilik Kuramı’nın Einstein tarafından ortaya konulması; Russell’ın matematiğin temellerini sarsacak teorik paradokslar dizisini keşfetmesi; Freud’cu psikolojinin rasyonel bilincin temellerini irrasyonel bilinçdışı okyanusunda bir adacığa indirgemesi; Gödel’in matematiksel sistemler içinde doğrulukları ispatlanamayan doğru yargıların varlığına dair öne sürdüğü eksiklik kanıtı; Kuantum Mekaniği’nin fiziksel gerçekliğin belirsiz karakterini ortaya çıkararak gözlemlenen gerçekliğin bilinçli gözlemci tarafından yeniden kurulduğunu göstermesi; Wittgenstein’ın rasyonalitenin evrensel standartlarını geçersiz kılacak olan bir dil oyunları dizisinin varlığını yaptığı dil analizleri yoluyla açığa çıkarması ve rasyonalitenin antropolojik temellerinin yapılan kültür çalışmalarıyla sarsılması bu gelişmelerin en belirginleri olarak sıralanabilir.
Evren, bu süre içinde yeni bir anlam kazanmış veya anlaşılabilirliğe kavuşmuş ve her zamankinden daha fazla erişilebilir bir hal almıştı. Ancak, bu durum çok uzun sürmedi ve yirminci yüzyılın ilk dönemlerinden itibaren, hem eşyanın doğası hem de bizim onu kavrama gücümüz hakkındaki bu geleneksel düşünme biçiminin altını oyacak bir dizi gelişme ortaya çıkmaya başladı.
Kısaca ifade edilirse, zaman ve mekân ya da madde ve enerji hakkındaki en temel kabullerimizi tehdit eden Görelilik Kuramı’nın Einstein tarafından ortaya konulması; Russell’ın matematiğin temellerini sarsacak teorik paradokslar dizisini keşfetmesi; Freud’cu psikolojinin rasyonel bilincin temellerini irrasyonel bilinçdışı okyanusunda bir adacığa indirgemesi; Gödel’in matematiksel sistemler içinde doğrulukları ispatlanamayan doğru yargıların varlığına dair öne sürdüğü eksiklik kanıtı; Kuantum Mekaniği’nin fiziksel gerçekliğin belirsiz karakterini ortaya çıkararak gözlemlenen gerçekliğin bilinçli gözlemci tarafından yeniden kurulduğunu göstermesi; Wittgenstein’ın rasyonalitenin evrensel standartlarını geçersiz kılacak olan bir dil oyunları dizisinin varlığını yaptığı dil analizleri yoluyla açığa çıkarması ve rasyonalitenin antropolojik temellerinin yapılan kültür çalışmalarıyla sarsılması bu gelişmelerin en belirginleri olarak sıralanabilir.
Tüm bunların yanında, 1950 sonrası dönemden itibaren tartışmalar bilim felsefesini de etkiledi ve Thomas S. Kuhn ile Paul Feyerabend gibi bilim felsefecileri, bilimin bizatihi kendisinin rasyonelliğine saldırarak, onu keyfilikle ve irrasyonel olmakla suçladılar.
Kuhn (1922-1996), ilk defa 1962’de yayımladığı The Structure of Scientific Revolutions (Bilimsel Devrimlerin Yapısı) adlı eserle bu düşüncelerini sistematik bir şekilde ortaya koydu.
Kuhn (1922-1996), ilk defa 1962’de yayımladığı The Structure of Scientific Revolutions (Bilimsel Devrimlerin Yapısı) adlı eserle bu düşüncelerini sistematik bir şekilde ortaya koydu.
Kuhn’u merkeze alarak, bilim felsefesinde meydana gelen bu gelişme ve değişmelerİN ETKİSİ bilimin rasyonel ve ilerlemeci olduğu şeklindeki anlayışın veya bu bağlamda yürütülen tartışmaların “bilim, sonu ilerlemeyle biten tek entelektüel uğraştır” yargısından türediğini belirterek, ilgili yargının Klasik Pozitivistler (ve daha sonra da Yeni Pozitivistler) tarafından ortaya konuldu.
“Peki ama sözü edilen bu ilerleme nasıl gerçekleşir?” sorusu etrafında ise rasyonalizm ile rölativizm veya nesnellik ile görelilik ekseninde bir tartışmanın başladı.
Kuhn’un önemi, benimsediği yaklaşım itibariyle bilim felsefesini bilim tarihiyle yüzleştirmesidir.
Bu yüzleştirmeyi sistematik olarak gerçekleştirdiği Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı çalışmasında yer alan bilimsel devrim, paradigma, paradigma değişimi ve ölçülemezlik gibi temel kavramlar, kendisinden sonra uzun yıllar boyunca felsefî tartışmaların merkezinde yer almıştır.
Bu yüzleştirmeyi sistematik olarak gerçekleştirdiği Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı çalışmasında yer alan bilimsel devrim, paradigma, paradigma değişimi ve ölçülemezlik gibi temel kavramlar, kendisinden sonra uzun yıllar boyunca felsefî tartışmaların merkezinde yer almıştır.
Yeni bilim anlayışı adıyla ortaya koyduğu çalışma modelinde, Kuhn bilimsel gelişmenin şu aşamalardan oluştuğunu belirtir:
Olağan bilim öncesi dönem,
olağan bilim dönemi ve
bilimsel devrim.
Bunların içinde olağan bilim öncesi dönemin her bilim dalında yalnızca bir kez yaşandığını, bir anlamda bir kuramsal çokluk dönemi olduğunu ve bu kuramların birbirleriyle yarıştığını belirten Kuhn, zaman içerisinde bu kuramlardan birinin diğerlerine üstün gelerek başat konuma geçtiğini belirtmektedir.
Başat konuma geçen kuram da, en az bir problemi çözmekle, bütün bilimsel etkinliği sınırlayan ve belirleyen bir kuram ya daparadigma haline gelir. Bu aşamadan sonra başlayan bilim yapma süreci de olağan bilim dönemi adını alır.
Kuhn, olağan bilim ifadesini, geçmişte kazanılmış bir ya da daha fazla bilimsel başarı üzerine sağlam olarak oturtulmuş araştırma ve söz konusu başarıyı da, belli bir bilim çevresinin uygulamanın sürekliliğini sağlamak üzere, bir süre için temel kabul ettiği bilimsel ilerlemeler anlamında kullanmıştır.
Kuhn’a göre olağan bilimin, yeni ve benzersiz olması ile gelişmelere açık olması şeklinde iki temel özelliği vardır.
adını veren Kuhn, bir paradigmanın kurulması
sayesinde daha kapalı ve uzmanlaşmış araştırma
yapılabilmesinin, herhangi bir bilimsel dalın
olgunlaşmasının ölçüsü olduğunu ifade etmiştir.
Kuhn için bunalım paradigma değişiminin önkoşuludur. Ona göre, yeni kuram arayışlarının nedeni var olan kuram içerisinde bir takım aykırı örneklerin baş göstermesidir.
Aykırılığın farkına varılmasıyla birlikte, aykırılık alışılmış bir olgu haline gelene kadar, kavramsal kategorilerin ayarlandığı bir dönem başlar.
Bu süreç şöyle işler: ilk adımda paradigma belirsizleşir ve ardından olağan bilim kuralları gevşer.
İkinci adım ise üç şekilde sonuçlanabilir;
ya sonunun geldiği düşünülen paradigma bunalım yaratan sorunu çözmek için gerekli esnekliği göstermeyi başarır,
ya bunalım yaratan sorun son derece köktenci yeni yaklaşımlara bile direnmeye devam eder,
ya da bunalım yeni bir paradigma adayının ortaya çıkması ve bunun kabulüne ilişkin son bir mücadele ile sona erer.
Kuhn buna olağan bilimsel etkinliğin çöküşü anlamına gelen devrim demektedir.
Devrim yoluyla sürekli olarak bir paradigmadan diğerine geçişi de olgun bilimin alışılmış gelişim çizgisi diye kabul etmektedir. Ona göre, bilimsel devrimler, birikimci olmayan ancak gelişimci bir sürecin parçasıdırlar.
Dolayısıyla, art arda gelen bilimsel kuramların birbirlerini bir mantık silsilesi halinde içerdikleri düşüncesi doğru değildir. Bir kuram devrimsel bir biçimde diğerinin yerini alır.
Sonraki kuram bir önceki kurama göre problemleri daha ayrıntılı ve başarılı bir biçimde çözümler ve bu anlamda bir gelişme söz konusudur.
Yeni paradigma ile bütün olgular yeni bir anlam kazanır ve önceki paradigmanın çözümleyemediği anormal durumlar normal bilimin doğal bir parçası haline gelirler.
Dünya görüşleri değişik olduğundan yeni ve eski paradigmaları ölçmek, değerlendirmek söz konusu bile değildir.
Paradigmanın değişmesiyle birlikte dünya görüşü de değişmektedir.
Bundan dolayı paradigma değişikliği bilim adamlarının araştırma ile bağlanmış oldukları dünyayı farklı şekilde görmelerine neden olur.
Nobel ödüllü biyolog Gerald Edelman insanın özü nedir?
Nobel ödüllü biyolog Gerald Edelman ile yapılan söyleşi, Discover dergisinin sitesinde 16 Ocak 2009 tarihinde yayınlandı.
Bilimde en derin sorulardan bir tanesi, aynı zamanda en az somut olanıdır.
Hisli olmak ne anlama gelir?
İnsanın özü nedir?
Tartışılan hususların ölçülmesi güçleştikçe çoğu araştırmacı duraksar, ancak Gerald Edelman tereddüt etmeksizin konunun tam içine dalıyor.
Bir fizikçi ve antikorların yapısını açıklığa kavuşturduğu için 1972 yılında Nobel ödülü almış bir hücre biyoloğu olan Edelman’ın şimdiki gözdesi insan bilincinin esrarı.
Edelman’ın zihin kuramında, bilinç biyolojik bir olgu olarak ele alınıyor ve beynin doğal seçilime benzer bir süreçten geçerek geliştiği ileri sürülüyor.
Nöronlar bebeklikte çoğalarak birbirleriyle bağ kurar, daha sonra deneyim ile kullanışlı olan ve olmayanlar birbirinden ayrılarak yetişkin beyni çevreyle uyumlu hÃle gelir.
Edelman bu modeli ilk defa 1977 yılında, Zürih havaalanında beklerken zaman öldürmek için kÃğıda dökmüş.
O zamandan bu yana ise bu konuda tam sekiz kitap yazmış.
(Bunlardan sonuncusu için bkz: Second Nature: Brain Science and Human Knowledge) Edelman San Diego’daki Scripps Araştırma Enstitüsü’nde nörobiyolojinin başı. Ayrıca La Jolla - California’daki Nörobilimler Enstitüsü’nün kurucusu ve yöneticisi.
Discover dergisi editörlerinden Susan Kruglinski ile gerçekleştirdiği söyleşide Edelman, daha önce girilmemiş bir bölgede derinlere inerek bilincin evrimini, hafızanın anlatım gücünü ve insan zihnini taklit eden bir yapay bilinç oluşturma hedefini açıklıyor.
Bilinç asla tekrarlamaz
Bu yıl Türlerin Kökeni’nin 150. yılı kutlanıyor ve pek çok insan Charles Darwin’in fikirlerinin modern yorumlarını tartışıyor.
Sizin de kendinize ait, “Nöral Darwincilik” dediğiniz bir yorumunuz var. Bu nedir?
Pek çok bilişsel psikolog beyni bir bilgisayar gibi görür.
Fakat her beyin, hem çevresinden hem de dünyayla
ilişkisinden ötürü kesinlikle kendine özgüdür.
Beynimiz kendi bireysel geçmişine bağlı olarak gelişir.
Beynimizde olup bitenler ve yaşam boyunca süregelen bilinç asla tekrarlamaz; tek yumurta ikizlerinde dahi bu böyledir. Tüm evren tarihinde beynimiz tektir.
Nöral Darwincilik ise bu engin çeşitliliği biyokimyadan tutun da davranışın anatomisine kadar her düzeyde incelemektedir.
Peki bu anlattıklarınız Darwin’in doğal seçilim ilkesiyle nasıl bağlanıyor?
Eğer muazzam bir hayvan nüfusu varsa ve her biri bir diğerinden farklıysa rekabet durumunda bazı farklılıklar diğerlerinden daha kullanışlı olacaktır.
Bu farklılıklara sahip canlılar doğal seçilimde öne çıkacak ve genleri genel nüfus içinde daha yüksek bir orana sahip olacaktır.
Benzer bir süreç beynimizde de yaşanır.
Beyin embriyodan başlayarak biçimlenirken, beraber oluşan nöronlar birbirleriyle bağlantı kurar.
Her birey için, beyin içinde nörondan nörona kurulan mikrobağlantılar, bu oluşumu tetikleyen çevresel faktörlere bağlıdır.
Beynimizdeki sıra dışı çeşitlilik aslında çevremizdeki sıra dışı çeşitliliğe bir tepkidir.
Rakamları düşündüğümüz zaman –tek bir kortekste en az 30 milyar nöron ve çok daha fazla bağlantı- en çok işe yarayan bağlantıları sürdürebilmek için seçici bir sistem kullanmamız gerekir.
Bağlantıların ya da sinapsların gücü deneyime bağlı olarak değişkenlik gösterebilir.
Değişken hayvanlardan ziyade, beyinde değişken mikrodevreler vardır.
Dolayısıyla, az önce söylediğimi tekrarlıyorum: Beynimizde olup bitenler ve yaşam boyunca süregelen bilinç asla tekrarlamaz.
Bilimde en derin sorulardan bir tanesi, aynı zamanda en az somut olanıdır.
Hisli olmak ne anlama gelir?
İnsanın özü nedir?
Tartışılan hususların ölçülmesi güçleştikçe çoğu araştırmacı duraksar, ancak Gerald Edelman tereddüt etmeksizin konunun tam içine dalıyor.
Bir fizikçi ve antikorların yapısını açıklığa kavuşturduğu için 1972 yılında Nobel ödülü almış bir hücre biyoloğu olan Edelman’ın şimdiki gözdesi insan bilincinin esrarı.
Edelman’ın zihin kuramında, bilinç biyolojik bir olgu olarak ele alınıyor ve beynin doğal seçilime benzer bir süreçten geçerek geliştiği ileri sürülüyor.
Nöronlar bebeklikte çoğalarak birbirleriyle bağ kurar, daha sonra deneyim ile kullanışlı olan ve olmayanlar birbirinden ayrılarak yetişkin beyni çevreyle uyumlu hÃle gelir.
Edelman bu modeli ilk defa 1977 yılında, Zürih havaalanında beklerken zaman öldürmek için kÃğıda dökmüş.
O zamandan bu yana ise bu konuda tam sekiz kitap yazmış.
(Bunlardan sonuncusu için bkz: Second Nature: Brain Science and Human Knowledge) Edelman San Diego’daki Scripps Araştırma Enstitüsü’nde nörobiyolojinin başı. Ayrıca La Jolla - California’daki Nörobilimler Enstitüsü’nün kurucusu ve yöneticisi.
Discover dergisi editörlerinden Susan Kruglinski ile gerçekleştirdiği söyleşide Edelman, daha önce girilmemiş bir bölgede derinlere inerek bilincin evrimini, hafızanın anlatım gücünü ve insan zihnini taklit eden bir yapay bilinç oluşturma hedefini açıklıyor.
Bilinç asla tekrarlamaz
Bu yıl Türlerin Kökeni’nin 150. yılı kutlanıyor ve pek çok insan Charles Darwin’in fikirlerinin modern yorumlarını tartışıyor.
Sizin de kendinize ait, “Nöral Darwincilik” dediğiniz bir yorumunuz var. Bu nedir?
Pek çok bilişsel psikolog beyni bir bilgisayar gibi görür.
Fakat her beyin, hem çevresinden hem de dünyayla
ilişkisinden ötürü kesinlikle kendine özgüdür.
Beynimiz kendi bireysel geçmişine bağlı olarak gelişir.
Beynimizde olup bitenler ve yaşam boyunca süregelen bilinç asla tekrarlamaz; tek yumurta ikizlerinde dahi bu böyledir. Tüm evren tarihinde beynimiz tektir.
Nöral Darwincilik ise bu engin çeşitliliği biyokimyadan tutun da davranışın anatomisine kadar her düzeyde incelemektedir.
Peki bu anlattıklarınız Darwin’in doğal seçilim ilkesiyle nasıl bağlanıyor?
Eğer muazzam bir hayvan nüfusu varsa ve her biri bir diğerinden farklıysa rekabet durumunda bazı farklılıklar diğerlerinden daha kullanışlı olacaktır.
Bu farklılıklara sahip canlılar doğal seçilimde öne çıkacak ve genleri genel nüfus içinde daha yüksek bir orana sahip olacaktır.
Benzer bir süreç beynimizde de yaşanır.
Beyin embriyodan başlayarak biçimlenirken, beraber oluşan nöronlar birbirleriyle bağlantı kurar.
Her birey için, beyin içinde nörondan nörona kurulan mikrobağlantılar, bu oluşumu tetikleyen çevresel faktörlere bağlıdır.
Beynimizdeki sıra dışı çeşitlilik aslında çevremizdeki sıra dışı çeşitliliğe bir tepkidir.
Rakamları düşündüğümüz zaman –tek bir kortekste en az 30 milyar nöron ve çok daha fazla bağlantı- en çok işe yarayan bağlantıları sürdürebilmek için seçici bir sistem kullanmamız gerekir.
Bağlantıların ya da sinapsların gücü deneyime bağlı olarak değişkenlik gösterebilir.
Değişken hayvanlardan ziyade, beyinde değişken mikrodevreler vardır.
Dolayısıyla, az önce söylediğimi tekrarlıyorum: Beynimizde olup bitenler ve yaşam boyunca süregelen bilinç asla tekrarlamaz.
çizgisel olmayan tarih
Meksikalı yazar, sanatçı, filozof ve bilim yazarı Manuel De Landa, günümüzün en ilginç, en yaratıcı düşünürlerinden biri.
Çizgisel Olmayan Tarih'in iddialı bir projesi var: İnsanlık tarihinin çok önemli bir kesidini, enerji akışlarının, kayaların ve mikroorganizmaların tarihiyle iç içe anlatmak.
Bu projeyi gerçekleştirirken, modern doğa bilimlerindeki –çizgisel olmayan dinamikler, kendi kendine örgütlenme teorileri, yapay yaşam ve yapay zekâ, kaos teorisi gibi– yeni yaklaşımlardan, Deleuze felsefesinden ve Braudel tarihçiliğinden beslenen yazar, bu çabalarıyla bir "yeni materyalizm" anlayışının öncü ismi haline geldi.
Bu materyalist tarih, fiziksel, biyolojik ve sosyal/kültürel dünyaların tarihini, madde-enerji akışlarının maruz kaldığı katılaşma, hızlanma ve yavaşlama süreçlerinin tarihi üzerinden okuyor.
Bu yüzden de insanlık tarihini, içinde yer aldığı maddi dünyadan farklı biçimlerde etkilenen, ama aynı zamanda bu maddi dünyayı çok farklı biçimlerde etkileyen karmaşık bir süreç olarak ele alıyor:
Çizgisel olmayan, ereksel bir "ilerleme" izlemeyen bir tarih bu.
Kitabını, jeolojik tarih, biyolojik tarih ve dilsel tarih şeklinde üç bölümde kuruyor.
Her üç tarihte de düzayak belirlenimcilik ve işlevselcilik yaklaşımlarıyla anlaşılması mümkün olmayan benzer süreçlerin işbaşında olduğunu gösteriyor. Yine son dönemde giderek yaygınlaşan tavra, insanı salt kültür veya dil üzerinden anlamaya çalışan "kültürel göreci" tavra karşı tutkulu bir polemik geliştiriyor.
Çizgisel Olmayan Tarih'in iddialı bir projesi var: İnsanlık tarihinin çok önemli bir kesidini, enerji akışlarının, kayaların ve mikroorganizmaların tarihiyle iç içe anlatmak.
Bu projeyi gerçekleştirirken, modern doğa bilimlerindeki –çizgisel olmayan dinamikler, kendi kendine örgütlenme teorileri, yapay yaşam ve yapay zekâ, kaos teorisi gibi– yeni yaklaşımlardan, Deleuze felsefesinden ve Braudel tarihçiliğinden beslenen yazar, bu çabalarıyla bir "yeni materyalizm" anlayışının öncü ismi haline geldi.
Bu materyalist tarih, fiziksel, biyolojik ve sosyal/kültürel dünyaların tarihini, madde-enerji akışlarının maruz kaldığı katılaşma, hızlanma ve yavaşlama süreçlerinin tarihi üzerinden okuyor.
Bu yüzden de insanlık tarihini, içinde yer aldığı maddi dünyadan farklı biçimlerde etkilenen, ama aynı zamanda bu maddi dünyayı çok farklı biçimlerde etkileyen karmaşık bir süreç olarak ele alıyor:
Çizgisel olmayan, ereksel bir "ilerleme" izlemeyen bir tarih bu.
Kitabını, jeolojik tarih, biyolojik tarih ve dilsel tarih şeklinde üç bölümde kuruyor.
Her üç tarihte de düzayak belirlenimcilik ve işlevselcilik yaklaşımlarıyla anlaşılması mümkün olmayan benzer süreçlerin işbaşında olduğunu gösteriyor. Yine son dönemde giderek yaygınlaşan tavra, insanı salt kültür veya dil üzerinden anlamaya çalışan "kültürel göreci" tavra karşı tutkulu bir polemik geliştiriyor.
| ||||
iki kültür-C.P.SNOW
iki Kültür |
The Two Cultures, 1993 C. P. Snow C. P. Snow’un 1959’da verdiği Rede Konferansı, edebi entelektüeller ile bilim adamları arasındaki kültür ve anlayış farkı konusunda, hâlâ devam eden önemli bir tartışma başlatmıştı. Tartışma giderek doğa bilimleri ile insan bilimleri alanında çalışanların birbirlerini anlamalarına engel olan iletişim kopukluğu üzerinde yoğunlaştı; bilim ile teknolojinin toplum için önemi ve eğitimin geleceği konusunda bir tartışmaya dönüştü. Snow’un, ana savlarını yeniden gözden geçirdiği İkinci Bakış’ı ve Stefan Collini’nin tartışmanın tarihsel geçmişini özetleyen önsözüyle birlikte, İki Kültür, konuya kışkırtıcı bir yaklaşım. TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları 157 Charles Percy Snow İki Kültür isimli kitabında, sınırlarını ve etkilerini ayrıntılarıyla anlattığı iki farklı kültürü betimler.Snow’a göre toplumda bilimsel kültür ve edebi-entellektüel kültür olmak üzere iki farklı kültür vardır.1.TEKNİK KÜLTÜR:Bilimsel kültürün içinde bilim adamları, mühendisler ve diğer teknik eğitimli insanlar varken,2.SOSYAL KÜLTÜR: edebi kültür yazarlar,şairler , ekonomistler,psikologlar,sosyologlar, tarihçiler, siyaset bilimciler ve edebiyat adamlarından yani entelektüel bir kesimden oluşmaktadır. İki kültürün de farklı ilgi alanları,birikimleri ve sınırları mevcuttur. Birbirinden haberdar olmayan kültürlerin portresini çizen Snow bu soyutlaşmayı kınar. Çeşitli örnekler vererek dalında uzmanlaşmış bilim adamlarının bile kitabı bir alet olarak gördüğünü anlatır. Entellektüeller ise bilimsel gelişmeleri hor görür, en temel yasalardan bile bihaberlerdir. Bilim adamlarının çağımızda da devam eden iyimser bakış açıları, edebi temele sahip kesimleri rahatsız etmektedir. Bu entellektüel kesimse çözümler üretmek yerine olanı kabul etmekle suçlanmaktadır. Kültür ayrımları da bu noktada belirginleşir. Aynı zekaya, topluma, birikime sahip insanların farklı kültür yapılarında olmaları da bunun bir sonucudur. Toplumsal bilinçsizliği de beraberinde getirebilecek bu oluşum, küresel açlık ve işsizlik kadar önemli bir sorundur. Çünkü tüm bu toplumsal sorunlar, farklı kutuplarda ki bu kültürlerin etkisiyle oluşmuştur. Yazarın konferansında ki temel eleştirisi, entellektüellere yöneliktir. Sanayi devrimini ve sonuçlarını kabullenemeyen edebi çevreler, yazara göre toplumsal suç işlemektedir. Sanayi devriminin yoksullara getirdiği yaşam standartlarının görülmemesi eserin genelinde savunulan cehaletin temelidir.Bu cehalete verilen en keskin ve çarpıcı örneği Jesus Koleji eski müdürü Corrie’nin, Pazar günleri Cambridge’e işleyen trenler hakkında ‘’ Bu durum Tanrı’yı da beni de eşit ölçüde rahatsız ediyor.’’ demesiyle verir. Bilimi sanattan ayrı tutan bütün öğeleri belirten Snow bu öğelerin engellenemeyeceğini belirtmeden geçmez. İnsanlar diğer kültürü tanımaya çalışmadıkça, o kültürde bir birikim elde etmedikçe bu yozlaşmanın önüne geçilemez. Yazar bunu kendi tabiriyle şöyle belirtir. ‘’Sanat bu haliyle bilimin hiç işine yaramaz tabi…’’ Kutuplaşma dini ve siyasi açıdan ele alındığında, bilim adamları inançsız, entelektüel kesim ise muhafazakar kısımda yoğun olarak yer alır. Açık siyaset alanında ise bilim adamları genel olarak ortanın solunda, edebi çevreler ise yine muhafazakarlar kısmında, yani sağında yer alır. Mühendisler ve temel bilimciler olarak ayırdığı bu kesim, ortak payda da birleşse de diğer kültürle etkileşimler konusunda kesin farklılıklar yaratmaktadır. Temel bilimciler edebi eserler de pek yer almasa da, mühendisler çoğu romanın karakteristik yapısında yer almaktadır. Snow’ a göre mühendisler edebi kesimin istediği gibi kişilikleri ve ruhlarıyla vardır. Temel bilimciler ise teorilerini hayatlarına yansıttıkları için bilimleriyle vardır . Bu mühendislerden muhafazakar kesimde olanların azımsanamayacak ölçüde olmasıyla örneklenebilir. Kitabın ikinci bölümünde yoksulluk ve zenginlik kavramlarını, yoksul ve zengin ülkelere indirger. Bu ülkeler arasında ki uçurumların kapatılması yönünde tavsiyeler verir, fikirler sunar. Bu düşünceyle iki farklı kültür birbirinden ne kadar etkilenir ve yararlanırsa o kadar ilerler. Kategorize ettiği kültürleri birleştirmek için konferanslar veren Snow’un temel düşüncesi budur. Toplumlarda ki eğitim yapısının uzmanlaşma eğitimine dayalı olmasının zararlarını savunan Snow tamamen bu yönde açıklamalar yapmıştır |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)