İLYA PRİGOGİNE kaos dan düzen e

Ergenlik yıllarımdan başlamak üzere birçok felsefe yapıtı okudum ve “L’evolution creatrice”i ilk okuduğumda bana yaptığı etkiyi bugünkü gibi anımsıyorum.
Daha açık olmak gerekirse, Bergson’un, aşağıda sunacağım saptamasında, bugün de
açıklanması gereken önemli bir iletisi var:
Doğasını daha derinlemesine incelediğimizde, bulgu, yeni biçimlerin yaşama yükselmesi, tamamen yeni olanın sürekli aydınlatılması anlamına gelen zamanı daha iyi anlıyoruz”.
İyi sayılabilecek karşılaşmalar üniversite eğitimimde seçim yapmamı sağladı.
Aslında bu  karşılaşmalar beni istediğim yönün tersine, fizik ve kimyaya yöneltti.
Böylece 1941 yılında ilk doktora derecemi almış oldum. Burada biraz daha ayrıntıya girmek istiyorum, çünkü, bu durum Brüksel termodinamik okulunun doğuşuyla ilgili.
 De Donder’in yaklaşımının özgünlüğünü anlamak için Clausius’un temel çalışmasını, termodinamiğin ikinci ilkesinin bir eşitsizlik olarak formüle edildiğini anımsamalıyız:

“yitirilmiş olan  ısı” pozitiftir – veya, daha güncel deyimiyle, entropi üretimi pozitiftir. 

Bu eşitsizlik, kuşkusuz, herhangi bir doğal süreç gibisinden tersinemez süreçlere gönderi yapar. Clausius zamanında tersinemez süreçler çok iyi anlaşılmamıştı.
Bu tür süreçler mühendislere ve fiziko-kimyacılara, herhangi bir  şeyin gelişmesini, örneğin, bazen bir sürecin üretkenliğini bazen de kristalin düzenli bir biçimde büyümesini engelleyen “parazitik” süreçler olarak göründü. O dönemde tersinemez süreçler ilgi alanı oluşturamadı. Kısacası, genel olarak termodinamik, entropi üretiminin sıfır olduğu denge yasalarının anlaşılması çalışmalarına kısıtlandı.  
 Bu yaklaşım termodinamiği “termostatik” yapmıştı. Bu bağlamda De Donder’in
büyük yeteneği kendini gösterdi.

Entropi kimyasal tepkime hızıyla doğru bir biçimde ilişkilendirildi; ilişkiyi kuran yeni işleve de “çekim” (affinity) dendi.
 De Donder’in bu yaklaşımına karşı o günlerde yükselen saldırıyı bugün anlatmak oldukça güç! 

Örneğin, 1946 yılının sonlarına doğru, Brüksel’de IUPAP toplantısında,tersinemez süreçlerin termodinamiğine ilişkin sunumdan sonra, yüksek saygınlığı olan bir uzman bana: “Özünde geçici olan kısa süreli tersinemez süreçlere, onların evriminin sonu olan denge durumundan daha fazla zaman ayırman beni şaşırttı” demişti.
 Neyse ki, bazı önde gelen biliminsanları bu olumsuz tavrın etkisini kırdı.

Toplantı süresince, Paris kökenli Jean Perrin ve Leyden kökenli Handrik Kramers’in ardılı olan
Edmond Bauer gibi kişilerden destek aldım.  Kuşkusuz De Donder’in, özellikle Pierre Duhem’in Fransız termodinamik okulundan öncülleri vardı. Ancak, kimya termodinamiğinde De Donder konuyu daha
ilerilere taşıdı ve termodinamiğin ikinci ilkesine yeni bir formülasyon kazandırdı:

“çekim” (affinity) ve bir kimyasal değişken olarak düşündüğü, kimyasal tepkimenin
evrim derecesi kavramlarını sundu.
 Zamana ilişkin ilgimin büyüklüğü dikkate alındığında, tüm çalışmalarımın niçin termodinamiğin ikinci ilkesine yoğunlaştığı anlaşılacaktır. Daha en başından, fiziksel dünyanın evriminin betimlemesine yeni, beklenmedik bir öğe sunacağımı duyumsadım. Boltzmann ve Planck gibi  ünlü fizikçilerin de aynı duyguyu benden önce
duyumsadıkları konusunda kuşkum yok. Artık kariyerimin büyük bir bölümü, termodinamiğin ikinci ilkesinin büyük ölçekli ve küçük ölçekli yanlarının aydınlatılmasına ve kuramsal fiziğin klasik ve kuantum dinamiği gibisinden diğer temel yaklaşımlarına adanacaktı

 Bu konuları incelemeye geçmeden önce bilimsel gelişmemde etkili olan ikinci eğitmenime, Jean Timmermans’a (1882 – 1971)  değinmek istiyorum. Timmermans daha çok deneysel çalışıyordu. Genel olarak karmaşık dizgeler ve özellikle de klasik termodinamiğin sıvı eriyiklere uygulanmasıyla ilgileniyordu. Roozeboom ve van der Waals’ın kurduğu Hollanda termodinamik okulundan etkilenmişti.

 Bu eğitmenlerim aracılığıyla termodinamik yöntemlerin doğru olarak nasıl uygulanması gerektiğini ve bu yöntemlerin yararını anladım. Sonraki yıllarda,termodinamik yöntemlere gereksinim duyan eriyikler kuramının sorunlarına kuramsal açıdan yaklaşmaya başladım. V. Mathot, A. Bellemans  ve N. Trappeniers ile ortak
çalışmalarımız, He3+ He4 karışımının ayrışması (demixtion) konusunda yeni etkilerin varlığını öngördü. Bu öngörü daha sonraki araştırma sonuçlarıyla mükemmel bir uyuşum gösterdi. Çalışmamın bu bölümleri V. Mathot ve A. Bellemans ile ortak yazdığımız The Molecular Theory of Solutions kitabında özetlendi.


 Fizikokimyanın bu alanında yaptığım çalışmalardan özel bir zevk alıyordum,çünkü, kuramsal çalışan bir kişinin sezgisinin deneylerle dolaysız ilişkisini kuruyordu.

Ulaştığımız başarı, sonraki yıllarda gireceğimiz daha soyut ve karmaşık sorunların çözümü için gereksinim duyduğumuz güveni sağlıyordu. Termodinamiğin açtığı tüm seçenekler arasında ilgimi kalıcı  kılan konu tersinemez süreçler oldu.

Bu alandaki özgün konu da “zaman oku” idi.

 Daha en başından, tersinemez süreçlere yapıcı bir rol biçmiştim. Bu rol, tersinemez süreçlerde bozulma,
yararlı  işin yitirilmesi gibi olumsuzlukları görmeye alışmış olan geleneksel yaklaşımınkinin tam tersiydi. Yaklaşımımı etkileyen  şey Bergson’un “L’evolutioncreatrice” miydi yoksa Brüksel’deki kuramsal biyoloji okulunun varlığı  mıydı?

Bana görünen gerçek şuydu, canlı dizgeler oldukça  üst düzeyde örgütlü  ve bu dizgelerdeki
tersinemez süreçler önemli rol oynuyor.
 Başlangıçta belli belirsiz olmasına karşın, 1945 yılında bir dizi entellektüel ilişkiler, zamanla değişmeyen denge durumu dışındaki dizgelere uygulanabilen minimum entropi üretimi kuramının gelişmesine katkıda bulundu.

Bu kuram, termodinamik denge durumu kararlılığıyla biyolojik dizgelerin kararlılığının benzerliğine açıklama
getiriyordu. Biyolojik dizgelerin kararlılığı Claude Bernard tarafından “homeostasy”kavramıyla betimleniyordu. Bu kuramı, J.M. Wiame ile birlikte kuramsal biyolojinin önemli bir sorunsalı olan, embriyolojik evrimin erke bütçesine uyguladık. Bugün daha iyi biliyoruz ki, bu alanda kuram bazı “geç” olgulara açıklama getirebiliyor, ancak ilginçtir ki, kuram birçok deneysel çalışan bilim insanının hala ilgisini çekiyor.   En baştan beri, minimum entropi üretiminin tersinemez süreçlerde yalnızca doğrusal yaklaşımda geçerli olduğunu biliyordum. Doğrusal yaklaşımda Onsager’in ünlü karşılıklılık bağıntıları (reciprocity relations) uygulanabilir.

Şimdi, sorun şuydu: Onsager bağıntılarının geçerli olmadığı, zamanla değişime uğramayan denge durumundan uzak koşullarda ne oluyordu?

Aslında sözü edilen durumlarda dizge büyük ölçeklerde hala betimlenebiliyordu. Isısal iletkenlik,  ısısal sızma gibi taşınım süreçleri için doğrusal yaklaşım çok iyi sonuçlar veriyor ancak kimyasal  kinetik sorunlar için genelde geçerli değil. Gerçekten de, kimyasal denge durumu iki zıt sürecin birbirini dengelemesiyle
gerçekleşiyor. Diğer yandan kimyasal kinetik (denge durumundan uzak, doğrusal
yaklaşımın geçerli olmadığı durum) tam ters bir durumdur, bu durumda süreçlerden birisi
boşlanabilecek denli etkisizdir.
 Bununla beraber, tersinemez süreçlerin termodinamiğinin doğrusal yaklaşımı çok
sayıda uygulama buldu. Bu alanda, J. Meixner, S.R. de Groot ve P. Mazur’un, biyoloji
alanında da A. Katchalsky’nin çalışmaları sayılabilir. Daha genel durumlarla karşılaşınca
denge dışı durumun termodinamiği benim için özendirici oldu. Bu sorunlar bizi 20 yıldan
fazla uğraştırdı ve sonunda “erke tüketici yapılar” (dissipative structures) kavramına
ulaştık.

 Sorun ele alınamayacak denli güç olduğundan değil, kendimizi nasıl yönlendireceğimizi bilemediğimiz için sonuca ulaşmak bu denli uzun sürdü.

 Belki de benim bilimsel çalışmalarımın doğası gereği, sorunsallar çok yavaş bir biçimde olgunluk
kazanıyor, birlikte çalıştığım ve diğer arkadaşlarımla yaptığım söyleşilerden sonra  hızlı
bir evrim geçiriyor. Çalışmamın bu evresinde, çalışma arkadaşım Paul Glansdorff’un
özgün ve istekli usu sonuca ulaşmamda önemli bir etmendi. Birlikte çalışmamızın sonucunda, denge durumundan olabildiğince uzak koşullarda kullanılabilecek genel bir evrim ölçütü ortaya çıktı. Bu koşul, minimum entropi üretimi kuramının geçerli olduğu bölgenin dışındaydı. Bulduğumuz kararlılk
ölçütü bizi kritik durumların bulgusuna götürdü. Kritik durumlarda dallanma oluyor ve
yeni yapılar ortaya çıkıyordu. Denge durumundan olabildiğince uzakta ortaya çıkan
ancak termodinamiğin ikinci yasasıyla uyumlu olan bu beklenmedik “düzensizlik –
düzen” durumu birlikteliği, ikinci yasanın geleneksel yorumunu derinden değiştirecekti.
Klasik denge durumu yapılarına ek olarak, şimdi, denge durumundan olabildiğince uzak
koşullarda, erke tüketici uyumlu yapılarla (dissipative coherent structures) karşı
karşıyaydık. Bu konunun tam sunumunu benim Glansdorff’la birlikte 1971 yılında
yazdığımız, Structure, Stabilité et Fluctuations, adlı kitapta bulabilirsiniz.
 Deneme niteliğindeki ilk çalışmalarımız daha çok hidrodinamik alanda oldu.
Bulduğumuz sonuçları sayısal hesaplamalarda kullanıyorduk. Bize bu konuda
Austin’deki Texas Üniversitesi’nden R. Schechter’in büyük yardımları oldu. Bu alanda
kendimize sorduğumuz sorular hala yanıtsız, bu nedenle ilgi alanımız, üzerinde
çalışılması konvektif süreçlerden daha kolay olan kimyasal erke tüketici dizgelere kaydı.
 Erke tüketici yapılar kavramını oluşturduktan sonra yeni bir araştırma alanı açıldı
ve o andan başlamak üzere çalışmalar çarpıcı bir ivme kazandı.   Burada onların hepsinden
sözedemeyeceğim ancak çalışmalarımızın gelişmesinde çok önemli rol oynayan ikisi, R.
Lefever ve G. Nicolis’dir. Onların yardımıyla yeni bir kinetik model geliştirebildik. Bu
çok basit ve yapıcı model J. Tyson tarafından “Brusselator” olarak adlandırıldı.
Brusselator, sızma–tepkime (diffusion – reaction) süreçleri aracılığıyla üretilen çok çeşitli
yapıları ortaya çıkardı.
 Bu aşamada, A.Turing’i öncü çalışmasından dolayı saygıyla anmamız gerekiyor.
Turing, 1952 yılından beri biyolojik morphogenesis alanındaki kimyasal kararsızlıkların
ortaya çıkardığı yapılar konusunda yorumlar yaptı. Turing ile Brusselator’ı
gerçekleştirmeden 3 yıl önce Manchester’de karşılaşmıştık. Aradan bir süre geçtikten
sonra Turing’in kararlılıkla ilgili yorumlarını anımsadım. O sıralarda ben herhalde
doğrusal termodinamikle ilgilendiğim için Turing’in söylediklerini yeterince doğru
algılayamadım.
 Erke tüketici yapılar üzerine yapılan çalışmaların hızla gelişmesini sağlayan
koşulları incelemek üzere geriye gidelim. Belusov-Zhabotinsky tepkimesi gibisinden
titreşimli kimyasal tepkimelerin bulgusundan sonra biliminsanlarının dikkati, uyumlu
(coherent), denge durumundan uzak yapılara, Noyes ve çalışma arkadaşlarının bu
yapılara ilişkin açıklamalarına, biyokimyadaki titreşimli tepkimelere (örneğin, B. Chance
ve B. Hess’in glycolytic çevrim çalışmaları) ve M. Eigen’in yönettiği araştırmalara kaydı.
Bu nedenle, önceki dönemde hiç olmamasına karşın, 1967 yılından beri bu konuda
yazılmış olan devasa bir yazınla karşı karşıyayız.Ancak, erke tüketici yapılar kavramı beklenmedik başka sonuçlar da doğurdu. Bu yapıların çalkantılardan evrim geçirerek ortaya çıktığına ilişkin kanıtlar en başından beri vardı. Bunlar aslında devasa boyutlardaki çalkantılar olarak göründü; dış dünyayla madde
ve erke alış verişiyle kararlı duruma geçiyorlardı. Denge durumundan uzak çalkantılar
beni minimum entropi kuramının oluşturulmasından beri ilgilendiriyordu. Denge
durumundan uzak kimyasal  tepkimelerin bir uzantısı olan bu durumu doğal olarak
çalışmam gerekiyordu.  

 G. Nicolis ve A. Babloyantz’a bu konu üzerinde çalışmayı önerdim. Zaman değişimi göstermeyen durumlar için Poisson dağılımı bulacağımızı sanıyorduk. Denge durumundaki çalkantılar için böylesi bir dağılımın olacağını Einstein bağıntıları öngörüyordu. Nicolis ve Babloyantz, doğrusal kimyasal tepkimeler için ayrıntılı bir
çözümleme yaptı ve öngörünün doğruluğunu gösterdi. Bu sonuçların herhangi bir kimyasal tepkimede de geçerli olacağını nitel olarak da belirttiler.
 Ancak, Nicolis ve Babloyantz genellemesinin doğrusal olmayan biyomoleküler
tepkimeler için geçerli olmayacağını düşündüm. G. Nicolis’in önemli katkısıyla bir kez
daha çözümlediğimizde denge durumundan olabildiğince uzak dizgelerde çalkantı
sorunuyla ilgilenen bir kişinin beklenmedik bir olguyla karşılaşacağını gördük:
çalkantıların dağılım yasası çalkantıların ölçeğine bağlıydı, ve Einstein’ın öngördüğü
yasaya yalnızca “küçük ölçekli çalkantılar” uyuyordu. Bilim çevrelerinin önce kuşkuyla
yaklaştığı bu sonuç daha sonra geniş çevrelerce onandı. Tersinemez süreçler kuramındaki gelişmeler, bu alandaki bulguların klasik ve kuantum kuramına eklenmesi gereksinimini doğurdu. Yıllar önceki istatistiksel mekaniğe yeni bir açıdan bakalım. Araştırmalarımın en başından beri, denge durumu
sorunsallarında istatistiksel mekaniğin geleneksel yöntemlerine başvurdum. İzotoplardaki
polimer eriyiklerin termodinamik özelliklerini çalışmada bu yöntemler çok yararlıdır.
Denge durumu istatistiksel mekaniğin kavramsal aygıtları Gibbs ve Einstein’ın
çalışmalarıyla oldukça iyi belirlenmiştir. Bu alanda, basit hesaplamaları olan
sorunsallarla boğuşuyoruz. Ancak denge dışı durumlara olan ilgim, beni, istatistiksel
mekaniğin temellerini ve özellikle de tersinemezliğin küçük ölçeklerdeki yorumunu
sorgulamaya yöneltti.    
Fen bilimleriyle tanışmamdan bu yana Boltzmann’ı büyük bir keyifle okurum.
O’nun fiziksel süreçlere (becoming) ilişkin dinamik bakış açısı benim için sezgi ve olaya
derinlemesine sızma açısından model oluşturmuştur. Bununla birlikte, Boltzmann’ın
modelindeki doyurucu olmayan yanlara değinmeden de geçemeyeceğim. Boltzmann’ın
dinamiğe yabancı hipotezler ileri sürdüğünü biliyoruz; bu varsayımlarla termodinamiği
dinamik açıdan haklı gösterme çabası bana, en azından, zorlama bir sonuç olarak
göründü. Bana göre, eğer Boltzmann tersinemez süreçlere yapıcı bir rol biçmişse,
entropiyi moleküler düzensizlikle denk tutmak gerçeğin yalnızca küçük bir parçasıydı.
Diğer yandan, Boltzmann’ın yöntemi seyreltik gazlara uygulanabilirdi, oysa ki ben yoğun
dizgelerle ilgileniyordum  1940 lı  yılların sonunda kinetik kuramın yoğun ortamlara genelleştirilmesi
yönünde büyük bir ilgi vardı. Yvon’un öncü çalışmasından sonra, Kirkwood, Born ve
Green’in ve ayrıca Bogoliubov’un  yayınları dikkatleri bu soruna yöneltti. Böylece,
denge durumu dışı istatistiksel mekanik bilimi doğdu. Ben bu gelişmelere yabancı
kalamazdım; Fürth’ün öğrencisi olan ve benimle çalışmaya gelen G. Klein’a, Born ve
Green’in yöntemini somut, basit bir sorunsala, denge yaklaşımının kesin çözüm
veremediği bir sorunsala uygulamayı önerdim. Denge dışı istatistiksel mekaniğe ilk ve
çekingen yaklaşımımız böyle oldu. Çabamız başarısızlıkla sonuçlandı: Born ve Green
formalizmi, Boltzmann’ın yönteminin yoğun dizgelere uygulanmış bir uzantısı olamazdı  
 Ancak bu başarısızlık vazgeçirici nitelikte değildi.

Sonraki yıllarda kendime şu soruyu sordum: tersinemez süreçlerin “tam” (exact) dinamik kuramını geliştirme olasılığı var mı? 

Herkesin bildiği gibi, klasik bakış açısına göre tersinemezlik, kesinlikle tersinir
olan basit olgulara ilişkin temel yasalara yapılan ek yaklaştırmalardan kaynaklanır. Bu ek
yaklaştırmalar Boltzmann’ın dinamik ve tersinir betimlemeden olasılığa dayanan
betimlemeye kaymasına izin verdi ve böylece ünlü H kuramını oluşturdu.
 Tersinemez süreçlerin “edilgen” (passivity) olduğu biçimindeki olumsuz
yaklaşımlarla sıkça karşılaştık. Ben bu yaklaşımlara katılamazdım. Bu tavrımın doğruluğunu, Chandrasekhar ve von Neumann’ın 1940 lı  yıllardayayınlanan olağanüstü güzellikteki yayınlarıyla duyumsadım. Bu nedenle, hala G.Klein’ın yardımıyla, Schrödinger’in bizden önce incelediği, harmonik osilatörler
dizgesinin betimlenmesi sorunsalına yeniden bakmak istedim.

Büyük bir  şaşkınlıkla gördüm ki, böylesi basit bir model, bu tür dizgelerin daima denge durumuna döndüğü sonucunu çıkarmamıza izin verdi.

Ancak, bu sonucu doğrusal olmayan dinamik dizgelere nasıl genelleyebilirdik?
 Bu aşamada, gerçek anlamda tarihsel bir çabayla Leon van Hove bize yolu açtı
(1955). van Hove’ın bizim grupla yaptığı ve hiç de kısa olmayan çalışma süresini bugün
bile büyük bir zevkle anımsarım. Onun çalışmalarından bazısı istatistiksel fiziğin
gelişmesine kalıcı katkıda bulundu. Yalnızca harmonik olmayan dizgeler için türetilen
“temel eşitlik” (master equation) ten sözetmiyorum, evre geçişlerine ilişkin katkısı da
istatistiksel mekanikte yeni bir dalın gelişmesini sağladı.van Hove’ın ilk çalışması, zayıf bir biçimde eşleşmiş harmonik olmayan dizgelere kısıtlanmıştı. Buna karşın, artık yol açılmıştı. Çalışma arkadaşlarım ve örneğin, R.
Balescu, R. Brout, F. Henin ve P. Resibois gibi bazı dostlarla, tamamen dinamik açıdan,
olasılık varsayımı yapmaksızın denge dışı istatistiksel mekaniği formüle etmeyi başardık.
Kullandığımız yöntemi 1962 yılında yayımlattığım  Non-Equilibrium Stastistical
Mechanics adlı kitabımda özetledim. Bu çalışma bizi “ilişkiler dinamiği”ne (correlation
dynamics) götürür. Etkileşim (interaction) ile ilişki (correlation) arasındaki bağıntı
betimlemenin temel bileşenidir. O günden günümüze dek geçen süre içinde bu yöntemler
birçok uygulama alanı buldu. Daha fazla ayrıntıya girmeden bu konuda yazılmış iki
kitaptan sözetmek istiyorum: birincisi, R. Balescu’nun Equilibrium and Non-Equilibrium
Statistical Mechanics adlı, diğeri de P. Resibois ve M. De leener’in Classical Kinetic
Theory of Fluids adlı kitabıdır.

 Bu çalışmayla denge dışı istatistiksel mekanik alanında yaptığım araştırmaların
birinci bölümü tamamlanmış oldu.  İkinci aşamada, tersinemez süreçlerle büyük
benzerlikler gösteren bir yaklaşımla doğrusal termodinamikten doğrusal olmayan
termodinamiğe geçişi yaşadık. Bu çekingen adımda da beni doyumsuzluk duygusu sardı.
Boltzmann’ın kuramı önceden olduğu gibi tamamen yalıtılmış bir durumdaydı ve
termodinamiğin uygulanabileceği dinamik dizgelerin doğası henüz bilinmiyordu.
 Sorun, bizim ulaşabildiğimiz teknik başarılarla çözülemeyecek denli geniş ve
karmaşıktı. Dinamik dizgelerin doğasının özünü ve Hamilton betimlemesinin sınırlarını
belirliyordu. Eğer Kopenhag okulundan Leon Rosenfeld veya  Şikago’dan G. Wentzel
gibi konunun uzmanı kişilerle yaptığım aydınlatıcı tartışmalar olmasaydı, konuya
yaklaşma yürekliliğini gösteremezdim. Rosenfeld’in yardımı bana salık vermekten de
öteydi; tersinemezliğe yeni bir yorum getirmek istiyorduk ve bu konudaki kavramlarıngeliştirilmesi için çalışmalara dolaysız olarak katıldı.

Bilimsel yaşantımda bundan daha çok ortak çalışma yapmamıştım.Eğer arkadaşlarım M. de Haan, Cl. George, A. Grecos, F.Henin, F. Mayne, W. Schieve  ve M. Theodosopulu olmasaydı başarı şansım düşük
olurdu.

Eğer tersinemezlik ek yaklaşımların bir sonucu değilse, ancak dönüşüm kuramı
yardımıyla formüle edilebilir. Dönüşüm kuramı da, dinamiğin bilindik
formülasyonlarının “gizlediği”ni “açıkça” (explicit) betimler. Bu açıdan bakıldığında
Boltzmann’ın kinetik eşitliği, dinamiğin yeni biçimiyle betimlenmesine karşılık gelir.
Sonuç: dinamik ve termodinamik doğanın birbirini tamamlayan iki
betimlemesidir. Böylece şimdiki ilgi alanıma gelmiş bulunuyorum. Bu entellektüel yaşam
öyküsüne nokta koyma zamanı geldi. Zamanla değişmeyen denge dışı durumların
termodinamik özellikleri, veya yoğun dizgelerde taşınım süreçleri gibisinden özgün
sorunlarla başladığımız için, istemimiz dışında oldukça genel ve karmaşık problemlerle
karşılaştık. Bu problemler, bir yandan fizikte Hamilton betimlemesinin sınırlarını
çizerken diğer yandan fiziko kimyasal yapıların biyolojik dizgelerle olan ilişkilerini
yeniden düşünmek gereksinimini dayatıyor.
 Gerçekten de bu sorunsalların ortak bir öğesi var: zaman. Çalışmamın bu alana
yönelmiş olması belki de ergenlik yıllarımda hümanist yanımla üniversite eğitimim
sırasındaki eğilimim arasındaki çatışmadan kaynaklandı
hemen hemen içgüdüsel olarak 
artan karmaşıklığa yöneldim; kimbilir, belki de temel bilimlerle biyoloji ve sosyal 
bilimlerin kesişeceği bir nokta bulacağıma inanıyordum. 
Buna ek olarak, arkadaşım R. Herman ile yürüttüğümüz araba trafiğine ilişkin araştırma, tüm karmaşıklığına karşın insan davranışlarının bile matematiksel formülasyonu olabileceği varsayımının haklılığını güçlendirdi. Bu yolla “iki kültür” sınıflamasının kaldırılabileceğini ve kaldırılması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bunu becerebilirsek, Levi-Strauss’un formülasyonunu, fiziko kimyacının karmaşıklığa doğru tamamlayıcı yaklaşımını kullanırsak, “basit yapıların” (elementary structures) moleküler betimlemesine başvuracak olan biyologlar ve antropologlar için yeni bir açılım 
gerçekleşecektir. Zaman ve karmaşıklık karşılıklı doğal ilişkiler sunan iki kavramdır.  
  
  Törendeki konuşmasında De Donder şunları söyledi: “matematiksel fizik doğanın insan usunda üretebileceği en net görüntüyü simgeler; bu görüntü sanat ürünlerinin  tüm karakterlerini sunar; bir birlik üretir, gerçektir ve duygusal çoşkudaki nitelikleri taşır; müzik için havada uçuşan binlerce gürültü neyse, doğa için de bu görüntü odur”. 
Gürültünün içindeki müziği duy; M. Eliade’nin de vurguladığı gibi, son 
zamanların bulgusu olan ve henüz tam olarak özümseyemediğimiz gerçek, insanlığın 
tinsel birliğidir. Gürültüye karşın anlamlı ve gerçek olanı araştırma konusundaki 
çekingen yaklaşımımız, bir yandan doğayı inceleyerek bilinçlenen diğer yandan onu 
terkeden insanın yaklaşımını andırıyor.   
Bilimsel etkinliklerde diyaloğun önemini ve çıktığım bilimsel yolculukta 
arkadaşlarım ve dostlarımla yaptığım tartışmaların yararını birçok kez yineledim. 
Çalışmalarımın tamamlanmasında yaşamsal destek gördüğüm ve hala da görmekteolduğum kurumlara, özellikle, Universite Libre de Bruxelles ve Austin Texas 
Üniversitesi’ne teşekkürlerimi sunuyorum. Bu düşüncelerimin gelişmesinde E. Solvay’in 
(Brussels, Belgium) kurduğu International Institute of Physics and Chemistry enstitüsü ve 
Welch Vakfı (Houston Texas) desteklerini esirgemedi. 
Kuramsal çalışan bir biliminsanının çalışmaları tüm yaşantısıyla dolaysız olarak 
ilişkilidir. 


Bu çalışmaları  sırasında ardı ardına gelen sapak noktalarında doğru yolu bulabilmesi için büyük ölçeklerde iç huzuruna gereksinimi vardır. 


Bu huzuru eşim 
Marina’ya borçluyum. 


Günümüz zayıflıklarını, acılarını çok iyi biliyorum, ancak bugün, 
geleceği düşündüğümde, kendimi mutlu bir insan olarak görüyorum.