enerji

Tuhaf gelecek ama kültürel, toplumsal, siyasi koşullarını bilmemize imkan olmayan ancak ne
olursa olsun fizik kurallarına uymak zorunda oldukları için uzaydaki diğer uygarlıkları da
tükettikleri enerjiye göre sınıflandırmak mümkün.

Zaten yeryüzünden ölçebileceğimiz tek
unsur bu.

 Dünya dışı uygarlıkları enerji tüketimine göre sıralamayı 60’larda ilk ortaya atan Rus
astrofizik uzmanı Nikolay Kardaşev, üç teorik tip önermişti. Aşağıda medeniyet tipleri,
kullandıkları enerji ve somutlaştırabilmeniz için örnek olarak bazı bilim kurgu filmleri
verilmiştir.

1. Tip medeniyet: Gezegen düzeyinde üzerine vuran güneş ışınlarını tüketir = 1017 vat
(Flash Gordon/Baytekin’in dünyası)

2. Tip medeniyet: Yıldız düzeyinde güneşinin yaydığı tüm enerjiyi tüketir = 1027 vat (Star
Trek/Uzay Yolu’ndaki Birleşik Gezegenler Federasyonu)

3. Tip medeniyet: Galaksi düzeyinde milyarlarca yıldızın enerjisini tüketir = 1037 vat (Star
Wars/Yıldız Savaşları’ndaki İmparatorluk)

Bu sıralamanın avantajı, muğlak ve dayanağı olmayan genellemeler yapmaktansa uygarlıkların
gücünü değerlendirebilmemizi sağlaması. Gök cisimlerinin enerji randımanını bildiğimiz için
uzayı tararken her birine sayısal sınırlamalar koyabiliriz. Bu sınıflandırmaya göre dünyamız
halen 0.7 Tip. 1.Tipe ne zaman yükseleceğimizi matematiksel olarak hesaplarsak; ortalama
ekonomik büyümeyi hesaba katarak, dünya medeniyetinin 100 yıl kadar sonra 1.tipe geçeceği
söylenebilir. Birinden diğerine geçmekse gelişme oranı yılda %1 ise 1200; yılda %2 ise 2500 yıl
sürer. İnsanlık açısından bu tarihi dönüşümün gerçekleştiğine dair kolektif bir farkındalık
oluşmadı henüz.

singapur

Bilimden Yararlan Geleceği Yakala: Gelişmekte olan ülkeler, bilişim devriminin avantajından
Batı’nın yaptığı hataları tekrar etmeyerek yararlanabilir. Gelişmiş ülkeleri bir sıçrayışta
geçebilirler. Batı’nın zor yoldan yaptıklarını kolayca halledebilecek teknoloji mevcut. Artık cep
telefonları en uzak yerde bile çektiği için, ülkeler her yere telefon bağlamak için servet döküp
bir uçtan diğerine hat çekmek zorunda değiller. Eskiyen altyapıyı yeniden yapmak zorunda da
değiller. Yenisini yapmak eskisini onarmaktan daha ucuz. Yüzyıl öncesinden daha düşük
maliyete, son teknoloji altyapı sistemleri kurmak mümkün.

Mesela Çin, Batı’nın yeni şehirler
kurarken yaptığı bazı hataları yapmayarak akıllılık etti. Pekin metrosu Batı’da yaratılan
bilgisayar teknolojisinden yararlanmakta. Gelişmekte olan ülkelerin özellikle bilimsel alanlarda
geleceğe kestirmeden gitmesinin bir yolu da internet. Literatüre giren her makaleye
internetten ulaşmak mümkün hale geldi. Üstelik artık bilim insanlarının dünyanın neresinde
olursa olsun birbiriyle iletişime geçip işbirliği yapması da olası.
Gelecekte ekonomisini bilim-teknolojiyi geliştirip destekleyerek yapılandıran ülkeler
yükselecek. Bu gerçeği kavrayabilen uluslar yarının liderleri olacak.

Örneğin, Amerikalı
öğrenciler bilim ve matematikte son sıralarda olmasına karşın, ABD bilim ve teknolojideki
üstünlüğünü sürdürebildi. ABD’de okul günü yılda 178 günken birinci sırayı kaptırmayan Çin’de
251 gün. ABD’nin uluslararası alanda bilim ve teknolojide başarılı olmasını sağlayan unsur,
üniversitelerine ve iş imkanlarına çektiği beyin göçü. Özel yetenekleriniz, kaynaklarınız veya
bilimsel bilginiz varsa H1B adlı özel bir vize alma hakkı kazanıyorsunuz. Örneğin, New York
Üniversitesi’nde fizik öğrencilerinin neredeyse tamamı yabancı uyruklu. Amerikan kongre
üyelerinin bazısı bu vizeyi, iş imkanlarını Amerikalıların elinden aldığı iddiasıyla kaldırtmak
istedi. Aslında anlamadıkları şu; mesela Silikon Vadisinde o işleri yapabilecek vasıfta Amerikalı
olmadığı için, bu vizeler Tayvanlı veya Hintlilere verilmekte. H1B vizesine sahip göçmenler
işleri ellerinden almaktan çok tamamen yeni endüstriler kurarak iş imkanı yaratıyor.
Almanya’da da benzer bir vize uygulamasını yürürlüğe sokmak isteyen eski Şansölye Schröder
de aynı eleştirilere maruz kalarak başarısız olmuştu. ABD’de köhne eğitim sisteminin hasarını
üniversitelerle işletmeler telafiye çalışmakta. Fakat ilköğretim ve lise eğitimini düzeltmedikçe
ABD’nin gelecekte rekabetçi kalabilmesi imkansız. Yine de hala avantajlı olduğu söylenebilir.
Çünkü dünyanın pek çok yerinden insan, nereden geldiğin değil ne fayda sağlayabileceğin
önemli sayıldığından ABD’ye göç etmeye devam edecek. Doğudaki eğitim sistemi ise
araştırmacı değil ezbere dayalı; yaratıcılık, hayalgücü ve yenilikçilikten uzak. Oysa ki bilim veteknolojide ilerlemek için bunlara ihtiyaç var. Bu yüzden Çin, ilk olarak Batı’da imal edilmiş
malların ucuz taklitleriyle Batı’ya yetişecek olsa bile yaratıcılık, yeni ürün ve strateji geliştirmek
açısından geriden gidecek.

Günümüz dünyasında rahatsız edici bir başka gerçek de gençlerin genelde finans sektörü,
bankacılık gibi mesleklere yönelmesi. 


Ancak gençlerin bu tip kariyerlere özendirilmesi gelecek
için tehlikeli olabilir.


 Liderler, bilimsel icatlar ve teknolojiyi desteklemedikçe toplumlar
yükselemez.


 Çünkü ulusları yücelten bilim ve teknolojidir.


 Bir ülkede ortada yatırım yapacak
buluş yokken, yatırım bankacılığı yapanlar artarsa kaçınılmaz çöküş başlar. Geleceğin zorluğu
gençlere, başkasının parasını yönetmek üzerine kurulu kariyerleri değil, gerçekten refah
yaratan meslekleri cazip kılmaktır. Bunun çözümü, kafası çalışan öğrencilerin bilim dallarına
yönlendirilmesi olabilir.
Singapur Örneği: Tarihin en ilginç toplum mühendisliği vakası olan Singapur, her türlü batağın
olduğu bir liman ülkesinden bir nesilde bilim ve teknoloji alanında bir merkeze dönüştü. 1959-
1990 arasında başbakanlık yapan Lee Kuan Yew ve yandaşları, bilim, eğitim ve üstün teknoloji
sektörlerine vurgu yapmasıyla tüm ulus sistematik biçimde yetiştirildi. Oldukça eğitimli
teknisyenler yetiştirerek elektronik, kimyasal ve biyomedikal aletlerde lider ihracatçıya
dönüştü. Tabii ki bu modernleştirme süreci sancısız olmadı. Sosyal düzeni sağlamak için sert
kanunlar uygulandı. Öte yandan akademik çevreyi Singapur’da tutmak için kültür ve sanat
organizasyonları düzenlendi. Eğitim sistemi araştırmacılığı ve yaratıcılığı teşvik etti. Dahi
çocuklar öğretmenlerce saptanıp ekonomiyi canlandıracak şekilde yetiştirildi. Az nüfuslu küçük
bir ülke olan Singapur bir avuç insanın toplumu yeniden yapılandırılmasının mümkün olabildiği
bir ortam.

Meta Kapitalizminden Entellektüel Kapitalizme

Meta Kapitalizminden Entellektüel Kapitalizme: Teknolojik gelişmeler sadece kapitalizmin
işleyişini değiştirmekle kalmayacak, doğasını da etkileyecek. Başlıktan bu geçişin yönü de belli.
Refah eskiden sahip olunan mallarla ölçülürdü ancak seri üretim, nakliyat, iletişim ve rekabetin
artmasıyla fiyatlar da düşmeye başladı.

100 yıl önce İngiltere kraliçesinin ömründe görmediği şeyler soframızda.

Meta kapitalizmin yerini alacak olan entellektüel kapitalizme tam olarak yapay zekanın ve robotların yapamayacağı şeyler dahil:
şekil tanıma ve sağduyu.

Günümüzde bilgi ve beceri rekabet avantajının tek kaynakları ve gelecekte de çok önemli olacaklar.

Pek çok unsur rekabet denkleminden düşerken bilgi uzun vadede sürdürülebilir rekabet avantajının
vazgeçilmezi haline geldi. Bu tarihi geçişin kapitalizmi temelden sarsacak olmasının nedeni,
insan beyninin çoğaltılıp seri üretilebilecek bir şey olmayışı.

 Yani, geleceğin değeri sağduyu olacak. Emtia üretiminden çok farklı bir biçimde, zihinsel/entellektüel birikim yaratmak için insanın yıllar boyu eğitilmesi gerekmekte.

1991’de soyut hizmetlerden, somut mallardan daha çok gelir elde eden ilk ülke İngiltere oldu. Geçtiğimiz yüzyıl sonunda başlayan bu değişim,Amerikan ekonomisinde imalatın çarpıcı biçimde düşüşüyle Hollywood filmleri, video oyunları,telekomünikasyon, bilgisayarlar gibi entellektüel kapitalizmdeki artıştan kolayca farkedilebilir.

Bu kademeli bir geçiş olacak ama her on yılda bir daha da artacak. Bazı uluslar bunun farkında.

Japonya doğal kaynaklardan yoksun olmasına rağmen, yüksek refah düzeyini insanlarının
birliğine ve çalışkanlığına borçlu. 

Maalesef bunu anlamayan çok sayıda ülke, yurttaşlarını
geleceğe hazırlamaktan yoksun. Doğal kaynaklar açısından zengin olan ülkeler bu prensibi
kavramadıkları takdirde gelecekte fakirleşmeye mahkum. Ortalama emtia fiyatları 150 yıldır
düşmekte olduğu için bu stratejiyi izlemeyen ülkelerin ekonomisi zamanla küçülecek.

geleceğin meslekleri

Meslekler Teknolojik gelişme ekonomide köklü değişikliklere neden olarak bazen sosyal kaymalara da yol
açar.

Her devrimin kazananı ve kaybedeni olduğuna göre yüzyıl ortasında bu daha
belirginleşecek. Bilişim teknolojilerinin gelişimi meslekleri nasıl etkileyecek?

Bunun cevabını makinelerin, robotların kısıtlamalarını göz önüne alarak verebiliriz. Yapay zekayı köstekleyen
şekil tanıma ve sağduyu olduğuna göre gelecekte ayakta kalacak meslekler de bu ikisini
gerektiren, yani robotların beceremeyeceği türden işler olacak. Mavi yakalılar arasında, üretim
bandında çalışan işçiler gibi sırf tekrarlı işleri yapanların pek şansı yok. Bilgisayarların en iyi
yaptığı şeyin hesaplayıp tekrarlamak olduğunu düşünürsek fabrikalardaki otomatik işleri
tamamen devralacakları aşikar. Fakat mavi yakalılardan tekrarı olmayan şekil tanıma işlerini
yapanlar, işlerini robotlara kaptırmayacak. Mesela, farklı suçları çözmeleri gereken polisler,
geri dönüşüme gidecekleri ayırabilen çöpçüler, her seferinde başka bir alet kullanmaları
gereken inşaat işçileri, uygun becerileri farklı yerlerde kullanmaları gereken tesisatçı ve
bahçıvanlar. Beyaz yakalılara gelince, kaybedenler çoğunlukla aracı görevi üstlenenler olacak:
sayım yapan, envanter çıkaran memurlar, turizm acentası, muhasebeci, broker vb. Çünkü
kapitalizmin piyonu bu meslekler yavaş yavaş ortadan kalkacak. Şimdiden daha turizm
acentalarını aradan çıkarıp uçak biletlerimizi internetten en ucuzunu bularak kendi başımıza
almaya başlamadık mı?
Örneğin, bir zamanlar internet üzerinden hisse alım satımı yapmamakla övünen ve internet
ticaretini hor gören Merrill Lynch, 1999’da piyasa güçlerinin etkisiyle online ticareti
benimsemek zorunda kalınca tükürdüğünü yalamış oldu. Bu aynı zamanda kurumsal
hiyerarşinin de azalacağı anlamına gelmekte. Yöneticiler satış gücü ve temsilcilerle doğrudan
iletişime geçebilecekleri için arada emir taşıyanlara gerek kalmayacak. Kişisel bilgisayarlar
işyerlerine ilk girdiğinde de buna benzer işten çıkarmalar olmuştu. Aracıların gelecekte var
olabilmesi için yaptıkları işe katma değer eklemeleri, robotların sağlayamayacağı sağduyuyu
öne çıkarmaları gerekecek. Şimdiden online ticaret yüzünden alt düzey brokerlar işten atılıyor.
Ancak aklı başında tavsiyelerde bulunan tecrübeli borsa simsarlarına daima talep var.
Gelecekte beyaz yakalılar arasında, faydalı bilgi, deneyim ve sağduyuya sahip olanlar
kazanacak. Bu da işine yaratıcılık katan, harekete geçen, analiz eden, liderlik yapan, yazılım
geliştiren, bilim ve sanatla ilgilenen yani bizi insan yapan kabiliyetleri olanlar demek.

Bilgisayarlar insan ilişkilerini, anlaşmazlık, başarı ve yenilgileri kavramaktan yoksun oldukları
için yazarlık, senaristlik, avukatlık gibi meslekler var olmaya devam edecek. Belli konularda
robot bir avukata danışmak mümkün olacak belki ama bir yargıya varabilmek için gerçek bir avukat lazım

krize karşı bilim felsefesi

Patlayan balonlar ve Krizler
2008 mali kriziyle birlikte kimi tüm bu ilerlemenin bir yanılsama olduğundan, kimi de sistemin
temelinde bir arıza olduğundan dert yandı. Tarihsel sürece baktığımızda beklenmedik şekilde
şişen balonlar ve patlamalarını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Kaderin cilvesiyle insan
ahmaklığının yan ürünü gibi görünmekteler.

2008 krizini inceleyen tarihçiler ve ekonomistler
de insan doğası, açgözlülük, yozlaşma, mevzuat eksikliği, denetim zafiyeti gibi pek çok neden
üstünde durdu.

Oysa, bilimin merceğinden bakınca durum başka. Uzun vadede refahı güden
bilimdir. Bilim olmadan bin yıl geriye gidip karanlığa gömülürüz. Bilim yekpare değil dalgalar halinde gelir. Bir buluş diğerlerine yol açar. Böylece yeniliklerle ilerlemeler çığ gibi büyüyerek
refah yaratır ve bu bilimsel dalgalar ekonomiye yansır.

 Örneğin, ABD ve İngiltere’de 1780 sonrasındaki refah artışı sadece sermaye birikmesine değil, %90 oranında teknolojik buluşlara bağlıdır.

 İlk büyük dalga buhar makinesiyle başlamış ve toplumu baştan aşağı değiştirecek
Sanayi Devrimi’ni beslemiştir. Bu sayede akıl almaz boyutta bir refah oluşmuştur. Fakat
kapitalizmde zenginlik öylece duramaz, sermayenin bir yere akması gerekir. Bir sonraki atılımı
dört gözle bekleyen kapitalistler, bazen feci sonuçlar doğurabilen daha spekülatif tasarılara
yatırım yapar. 1800’lerin başında elde edilen bu fazladan zenginlik Londra Borsasında
lokomotif hisselerine akarak bir balon oluşturmuştur. Lokomotif o zamanlar henüz emekleyen
bir teknoloji olduğu için sonunda bu balon patlayınca 1850 krizini doğurmuştur. Halbuki
demiryolları altın çağını 1880’lerden sonra yaşayacaktır. Demek ki, kapitalizm tarihinin en
büyük krizlerinden birine sebep olan şey, bilimin yarattığı refah fazlasıyla spekülatörlerin
birleşimidir.
Bunun ardından aynı nedenlerle her on yılda bir ufak çaplı krizler yaşanmıştır. Kapitalistler
bunlardan ders alacağına aynı döngüyü devam ettirmiştir. İkinci dalgada, elektronik ve
otomotiv teknolojilerinin tekrar yeni bir refah yaratmasıyla, fazlası ABD Borsasında elektrik
tedarik kurumları ve otomotiv firmalarının hisselerini şişirip bir balon oluşturmuştur. Otomobil
firmalarının sayısı 1900-1925 arasında 3000’i bulunca piyasa bunu kaldıramamıştır. 80 yıl
önceki gibi devamı getirilemeyen bu balon, şu veya bu nedenlerle 1929’da patlayarak Büyük
Bunalım’ı başlatmıştır. Fakat Amerika ve İngiltere’nin yollarının asfaltlanıp boydan boya
elektrik çekilmesi krizden çok sonraya, 50’lerle 60’lara rastlar.

Son yıllarda yaşadığımız yüksek teknoloji dönemini bilimin üçüncü dalgası olarak
nitelendirirsek, bilgisayar, lazer, uydular, Internet ve elektronik cihazlar vb. ürünler de aynı
şekilde büyük bir refah yarattı. Bu sefer oluşan sermaye fazlası emlak sektörüne yönelerek
büyük bir balon oluşturdu. Emlak değerlerinin aşırı artmasıyla insanlar evlerine karşılık borca
girmeye başladı. Ahlaksız bankacılar da peynir ekmek gibi kredi dağıtarak balonu daha da
şişirdi. Daha önceki krizlerden ders alınmadığı için elbette bu balon da patlamak zorundaydı.
Böylece 2008 mali krizi ve ardından gelen ekonomik durgunlukla karşı karşıya kaldık.

21.yy başında yaşadığımız bu krize eşlik eden aptallıklara karşın, dünyanın tamamının internet şebekesine ve küresel iletişim ağına bağlanması da esas bundan sonra olacak.

Yani bilişim devriminin altın çağı henüz gelmiş değil ama çok yakın.
Dördüncü dalganın ne olacağını ise kimse bilemez.

Yapay zeka, nanoteknoloji, telekomünikasyon ve biyoteknolojinin birleşimi şeklinde olabilir. 

Bu teknolojilerin yeni bir refah dalgası oluşturması, bir 80 yıl daha sürebilir. Dileyelim 2090’a gelindiğinde geçmişten çıkarılan dersler unutulmasın.

Teknolojinin Dört Evresi

Teknolojinin Dört Evresi
Toplumların kalkınmasını sağlayan teknolojiler dinamik ve değişkendir; doğar, gelişir yükselir
ve çökerler. Gelecek teknolojilerin nasıl değişeceğini anlayabilmek için teknolojilerin belli
evrim kurallarına nasıl uyduğuna bakmakta fayda var. Kitlesel teknolojiler genellikle dört evre
geçirir. Bu aşamalar kağıt, şebeke suyu, elektrik ve bilgisayarların evriminde görülebilir.
I.
Evrede, teknolojik ürünler çok değerlidir ve çok iyi korunur.
II.
 Evrede teknoloji çok sayıda
üretilerek kişisel kullanıma girmeye başlar.
III.
Evrede ucuzlayarak herkesin ulaşabileceği hale
gelir.
IV. Evrede farklı çeşitleri ve uygulamaları çıkar, modaya dönüşür.

 Bazı önemli icatlardan
örneklersek: mesela kağıt ilk evresindeyken eski Mısır’da papirüsler rahiplerce korunur, Çin’de
ise saray dışında kullanılmazdı. El yazmaları çok küçük bir azınlığın zimmetindeydi. İkinci evre,
matbaanın bulunmasıyla çok sayıda insan kitap sahibi olabildi. Üçüncü evre, 1930’da kağıdın
seri olarak üretilmeye başlamasıyla kağıt sıradanlaştı. Son evrede, artık duvar kağıdı modası
bile mevcut. Eskiden el üstünde tutulan kağıt şimdi şehirsel atıkların başında gelmekte. Aynı
süreç, şebeke suyu için de geçerli. Eskiden bir köyün tek bir kuyusu ya da çeşmesi varken,
1900’lerden itibaren yavaş yavaş evlere su tesisatı bağlanmaya başladı. Ardından şebeke suyu
her yere ulaştı. Şimdiyse etrafımızı süsleyen türlü havuzlar, çeşmeler var. Elektrik de benzer
aşamalardan geçti. İlk başta bir ampul paylaşılırken, sonrasında her sokak her ev aydınlandı.
Günümüzde her çeşit aydınlatma mevcut ve etrafımız elektrikli aletlerle dolu, Hatta elektrik
kesilmedikçe farkında bile değiliz. Demek ki, IV. Evreye girdiklerinde teknolojiler o kadar
yaygın ve ucuz hale geliyor ki fazlasıyla tüketmeye başlıyoruz. Elektrik ve su tesisatında olduğu
gibi harcanan miktarı ölçerek tükettiğimiz kadarını ödüyoruz.
Bilgisayarın evrimi de aynı yolu izlemekte. 50’lerde ilk çıktığında çok kıymetliyken, 80’lerden
itibaren kişisel bilgisayarların piyasaya sürülmesiyle daha çok insanın ulaşabildiği bir hale geldi.
III. evrede bilgisayarlar internete bağlanarak dünyayı birbirine bağlamakta. IV. evreye
girdiğindeyse adeta ortadan kaybolup başka şekilleri moda olacak. Her tarafa bilgisayarlar
yerleştireceğiz.

 Belki her şey kendinden çipli olacağı için bilgisayar sözcüğü bile
dağarcığımızdan çıkacak. Gelecekte çöplerin büyük kısmını çipler oluşturacak. Sonunda çipler
de kademeli olarak ortadan kalkacak ve hesaplamalar veri bulutları şeklinde havada dolaşacak
Bilgisayar ve internet hala gelişmeyi sürdürmekte. Dolayısıyla buhar makinesi gibi bir asır daha
el üstünde tutulmaya devam edecek. Lokomotif ve araba gibi aslında ikincisi ilkinin başka bir
modeli denebilecek bazı teknolojilerin son aşamaya gelmeden öteki teknolojilerle birleşerek gelişip etkinleştiğini görmek de mümkün.

 Dolayısıyla gelecekte içine çip takılan ürünlerin akıllı
eşyalara dönüşeceğini de göreceğiz

2100

Yüzyıl sonunda otomatik montaj tekniklerinde uzmanlaştığımızda çoğaltıcıların ticari
uygulamalarıyla ilgili de düşünebileceğiz. Ancak olası sosyal etkilerini düşünürsek gerçekten de
işte o zaman dünya artık bildiğimiz dünya olmaz. Çünkü kıtlık ve yoksulluk ortadan kalkar,
toplumu belirleyen unsurlardan biri olan refah dağılımı değişir. Feodalizm bir avuç aristokratın
yoksul köylülere karşı servetini korumasına dayalıdır. Kapitalizm enerjik, üretken insanların
emeklerinin karşılığında ödüllendirilmesi, şirketler kurmaları ve zenginleşmelerine dayalıdır.

Fakat eğer tembel, üretmeyen bireyler düğmeye basarak istediklerini edinebilecekse
kapitalizm işleyemez hale gelir. Statü ve siyasi güç kavramları eriyip gider. Bu aynı zamanda
kusursuz toplum kurmayı da akla getiriyor. Çoğaltıcı sayesinde daha önceki denemelerin
yetersizlik ve kıtlık yüzünden eşitsizliğe, çöküşe neden olup başarısız olduğu ütopyaya ulaşmak
mümkün olabilir. Sanat, müzik ve şiir serpilip gelişir ve insanlar hayallerinin peşine düşüp
düşlerini gerçekleştirmeye çalışır. Öte yandan insanlar her istediklerine sahip olup imkanların
yetersiz olmasının verdiği motivasyondan mahrum kalınca şımarık ve yozlaşmış bir toplum
meydana gelebilir. Sadece bir avuç insan sanat yapmaya çalışır, gerisi bir işe yaramayan
miskinlere dönüşebilir. O zaman bu ütopyacıların sosyalizm tanımına da uymaz. Sosyalizmin
düsturu “Herkesten becerisine göre, herkesin katkısı kadar” veya Komünizmin düsturu
“Herkesten becerisine göre herkese ihtiyacı kadar” geçerliliğini yitireceğine göre; dolayısıyla
herhangi bir katkı veya ihtiyaç söz konusu olmayacağı için durumun “herkese istediği kadar”a
dönüşeceğine dair kaygılar eleştirmenlerce dile getirilmekte.


Üstüne düşeni yapmayan toplumun dışına itileceğinden ve eş bulup genlerini bir sonraki nesle aktaramayacağından üretken olmaya yönelik yoğun bir toplum baskısı vardı. Bu açıdan bakıldığında çoğaltıcı icat edildiğinde ve
herkes istediğini edinebildiğinde insanlar yine de üretken olacaktır. Öncelikle kimse aç kalma
korkusuna kapılmayacağı için insanların sadece istedikleri ve becerilerine uygun işi yapması ve
bundan gurur duyması muhtemel. Toplum baskısı o kadar yoğun olmayabilir ama onun yerine
farklılaşan eğitim sistemi, insanların çalışmaya ve karşılığını almaya yaklaşımlarını
değiştireceğinden çoğaltıcının istismarı önlenmiş olacak. Bunun icat edilmesine bir asır ya da
daha uzun bir süre olduğundan toplumun çözülmemesi için bu teknolojinin etkilerini ele almak
ve buna alışmak için bol vakti olacak.

Nanoteknoloji, serbest piyasaya sürülüp kitlesel bir teknoloji olmak yerine çok pahalı kontrollü
ortamlarda gelişip doruğa çıkacak. Bu makinelerin karmaşıklığı göz önüne alınırsa maliyetin
düşmesi on yıllar alacak. Daha önce bahsettiğimiz tekillik kuramından şüphe duyulmasına bir
neden de insan doğasıyla sosyal dinamiklerin çok karmaşık olması ve basit bir teoriye
oturtulmak için fazlasıyla kestirilemez oluşu.

 Fakat önemli nanoteknolojik gelişmeler, bilhassa
çoğaltıcı ve robotlarla eninde sonunda bolluk içinde yaşayan bir dünya toplumu oluşturabilir.
Çalışmak gerekmediği kadar zenginlik içinde yaşayan bir toplum nasıl davranır diye sorarsak;
çalışmasalar bile herkesin düzgün bir yaşam sürmesine yetecek kadar refah olacağından ve
maddi ihtiyaçlarımızı karşılayan teknolojiye sahip olacağımızdan bir kısım insanın miskinleşmesi kaçınılmaz.

Ancak bunu telafi edecek başka bir unsur, iflas etme, geçim sıkıntısı
ve yoksullaşma korkusundan sıyrılan çalışkan insanlar daha çok insiyatif ve risk alıp
girişimlerde bulunacak ve yeni endüstrilerle yeni imkanlar yaratacak.

Bu toplumsal açıdan yeni
bir Rönesans demek. Çünkü insanın yaratıcı ruhu korkularından kurtulmuş olacak.

Düşünüldüğünde bilim insanları, sanatçı ve entellektüeller de kazanç değil yalnızca hayallerinin
peşinden koşar ve yaratıcılıkla insan ruhunu yüceltmeye önem verir.

 Bu yüzden 2100’de maddi
anlamda büyük refah içinde bir topluma dönüşürsek toplumun benzer şekilde davranacağını
ve bir kısım insan miskinleşse de, bir kısmı yaratıcılığın ruhsal tatminini maddiyata tercih
edecek ve büyük kısmı da genetik mirasımızda bulunan sadece faydalı olmak için çalışmaya devam edecek

Zihinsel İrade Gücü

Zihinsel İrade Gücü: Yüzyıl sonunda bilgisayarları ve dolayısıyla nesneleri zihnimizle kontrol
edebileceğiz. Bu teknolojinin temeli atıldı ancak mükemmele ulaşması on yıllar sürebilir.

Devrim niteliğindeki bu değişim, iki bölümde meydana gelecek:

ilki zihin etrafındaki nesneleri kontrol edebilmeli;
 ikincisi bilgisayar kişinin dileklerini yerine getirebilmek için onları deşifre
edebilmeli.

 Çığır açacak bu buluşun ilk denemeleri, felç geçirmiş veya beyin hasarı nedeniyle
iletişim kuramayan hastalarla yapıldı. Beyne yerleştirilen cam bir elektrot veya ufacık bir çip
sayesinde insan beyniyle bilgisayar arasında bağlantı kuruldu ve hastalar sadece zihin gücüylebilgisayarla kontrol edilen tüm işlevleri yerine getirebilmeyi başardı. Beynin hangi kısmının
neyi kontrol ettiğini, hangi düşüncelerle ilişkili olduğunu, duyguların nerede yoğunlaştığını
belirleyen hassas teknolojiler geliştirilmekte. Beyin dalgalarının ekosunu manyetik olarak
analiz edip beynin üç boyutlu haritasını çıkarmak, oksijen akışını izleyerek düşünce akışını takip
etmek şimdiden mümkün.

İleride EEG ve fMRI gibi aygıtlar nöron düzeyinde tarama
yapabilecek hale getirildiğinde belli düşüncelere karşılık gelen sinirsel yapıları ayırt etmek veya
yalnızca beyin faaliyetinden kişinin görsel deneyimini yeniden oluşturmak, dolayısıyla bilinç
akışını çözümlemek mümkün olabilecek. Böylece rüyaların, anıların bile video kaydı tutulabilir.
Uzmanlar imkansız sayılan alanlarda her geçen gün biraz daha ilerleme kaydetmekteler. Tabii
ki düşünce okumak etik olarak tartışılır.

 Ancak genelde zihinsel faaliyet net
tanımlanamadığından belki de özel hayat ihlali meselesine dönüşmeyebilir. Zaten uzaktan
zihin okuma için insanoğlunun çok uzun yıllar daha beklemesi gerek. Bu aygıtlar belki de cep
telefonu kadar küçülecek ancak sadece yakın temasta kullanılmaları söz konusu. Fakat hukuk
açısından bakıldığında, davalarda hakikati ortaya çıkaran önemli bir unsura dönüşmesi
kaçınılmaz.

Tüm bu ilerlemenin sonunda nesneleri düşünce gücüyle hareket ettirme gücü telekinetiğe
erişeceğiz.

 Zihinsel irademizle bilgisayarı, bilgisayar da etrafımızdaki şeyleri kontrol edebilecek.
Bu pek çok meslek açısından çok faydalı olacağı gibi dünyayla olan ilişkimizi de değiştirecek.
Tabii ki telekinetik güce sahip olmanın riskleri de var. Çünkü sadece bilinç düzeyindeki değil
bilinçaltı düşünceler de etkili olabilir.

 Yüzyıl sonunda fizikçiler, çok az enerji harcayarak büyük
manyetik alanlar oluşturan ve böylece telekinetiği mümkün kılan süperiletkenler yaratabilirler
ve bu sayede manyetizm çağına geçebiliriz. Güçlü manyetik alan yaratmanın maliyetinin
düşmesi, taşıtlarda sürtünmeyi azaltmamızı sağlayacak. Elektrik aktarımındaki kayıplardan
kurtulacağız, ulaşım tamamen değişecek. Her nesnenin içine konan ufacık süpermıknatıslar
sayesinde her şeyi istediğimiz gibi yerinden oynatabileceğiz. Nasıl ki yakın gelecekte her şeyin
içinde çip olacak, uzak gelecekte de ufak süperiletkenler olacak. Normalde akım taşımayan
süperiletkeni düşünceyle aktive edip kontrolümüz dahilindeki manyetik alan içinde hareket
ettirebileceğiz, buna robotlar da dahil.
Çünkü 2100’de dünyamız insansı özellikleri olan
robotlarla dolu olacak. Bizden daha akıllı olurlarsa ne olur acaba?

karma gerçeklik

Karma Gerçeklik
Yüzyıl ortasına geldiğimizde gerçek ve sanal dünyanın bir karmasında yaşıyor olacağız. Gerçek
dünya devamlı olarak bilgisayardan takviye edilen sanal görüntülere maruz kalacak. Bu siberdünya
her şeyin tam olarak işlemesini sağlayacak. Bu durumun işyerleri, ticaret, toplum,
turizm, sanat ve eğlence üzerindeki potansiyel etkisini ve nasıl yaşadığımızı fazlasıyla
değiştireceğini tahmin etmek güç değil. Takviyeli gerçeklikle hemen her mesleğe değer
katılabilecek.

Uzmanlık gerektiren bir konu hakkında bilgi edinmek istediğinizde takviyeli görüş
sayesinde anında gerekli bilgiye erişebileceksiniz. Savaşın da şekli değişecek. İnternet
gözlükleri veya takviyeli görüş sağlayan kasklar sayesinde haritalar, düşmanın bulunduğu
yerler, ateş rotası gibi detaylar her an askeri birliklerin gözü önünde olacak. Doğada
bulunduğunuz yeri tam olarak bilmenin yanında gördüğünüz her bitkinin, hayvanın ismini
öğrenebileceksiniz. Kısacası bir şeyleri ezberlemeye gerek kalmayacak.

Yüzyıl ortasından itibaren internet kontak lensleri sayesinde yabancı dilde konuşulanlar
altyazıyla İngilizceye çevrilebilecek. Mükemmel bir tercüme olmasa bile özünde ne demek
istendiği anlaşılabilecek. Hatta evrensel çevirmen teknolojisi, Çince konuşmanın üzerine
İngilizce dublaj yapacak. Bunu ileriki dönemlerde diğer diller takip edecek. Bu ileri teknolojiler
sayesinde, kültürlerin birbirini anlamasını zorlaştıran dil engeli gelecekte tamamen ortadan
kalkabilir. Lensleri kullanan turistler, eski uygarlık kalıntılarını gezerken geçmişe ışınlanmış gibi
antik şehrin gözlerinin önünde canlanmasına tanık olacak. Sanatçılar ve mimarlar eserleri
üzerinde oynamak ve yeniden biçimlendirmek için bu teknolojilerden yararlanacak. Demek ki
cep telefonuna, saate veya MP3 çalara ihtiyaç kalmayacak. Önceden elinizde tutup baktığınız
telefon gibi her türlü aletin içindekiler, dilediğiniz an kontak lenslerinize yansıtılıyor olacak.
Hologram ve 3-D teknolojisiyle filmleri veya futbol maçlarını gerçekten yanınızdaymışçasına
seyredebileceksiniz. Evinizdeki cihazların da çoğunun yerini takviyeli gerçeklik alacak. Boyna
takılan bir aygıtla bilgisayar ekranını istediğimiz her şeyin üzerine yansıtmamız ve X ışını
görüşüne sahip olmamız bile mümkün olabilecek. Bu takviye edilmiş dünyada bir sihirbaz gibi
elinizi sallamanızla istediğiniz nesneyi yaratabilme gücüne sahip olacaksınız. Yepyeni bir
dünyanın kapılarını açacak olan takviyeli gerçekliğin sınırları da yok değil. Donanım veya
aktarılan bilgi miktarı problem olmayacak ama yazılım sorunu ortaya çıkacak. Çünkü bu hayali
dünyaların gerçeğe dönüşmesini sağlamak için bir insanın bilgisayar başına oturup yazılım
kodlarını tek tek girmesi gerek.

Seri üretimle donanım imal edilebilir ancak beyin üretilemez.
Bu yüzden gerçekten takviye edilmiş bir dünyaya geçişimiz on yıllar sürecek ve yüzyıl ortasına
denk gelecek

bilgisayar

Bu durumu anlamak için bilgisayar devriminin başdöndürücü başarısının bazı fizik kurallarına
dayandığının farkına varmak gerek. Bunlar şu şekilde özetlenebilir.

1- Bilgisayarların baş döndürücü hızının nedeni, elektrik sinyallerinin ışık hızına yakın bir
süratte hareket etmesi: Bir ışın saniyede yedi kez dünyayı dolaşabilir veya aya ulaşabilir.
Ayrıca atoma gevşekçe bağlı olduklarından elektronlar kolayca hareket ettirebilir. Bu
yüzden saçımızı taradığımızda, halıda yürüdüğümüzde statik yapışma meydana gelir.
Elektronların gevşek bağlı ve müthiş süratli oluşları sinyalleri anında aktarmamıza imkan
verir ki, geçen yüzyılın elektrik devrimini yaratan da budur.

2- İlkine bağlı olarak bir lazer ışınına yükleyebileceğiniz bilgi miktarının adeta sınırsız
oluşu: Işık dalgaları ses dalgalarından daha hızlı titreştikleri için çok daha fazla bilgi
taşıyabilir. Fiber optik kablolar sayesinde tek bir frekansta bile 1011 bit bilgi aktarılabilir.
Bu demektir ki kablo için kanal sayısını ve kabloların miktarını arttırdıkça neredeyse
sınırsız bilgi yollanabilir.

3- En önemlisi de bilgisayar devrimini transistörlerin minyatürleştirilmesinin gütmesi:
Transistör elektrik akımını kontrol eden bir düğme veya valftir. Aynen su vanasını azıcık
döndürmenin büyük miktarda suyu kontrol edebilmesi gibi transistör küçük bir elektrik
akımının çok daha büyük bir akımı kontrol etmesine izin vererek gücünü arttırır. İçine
eklenen transistörler ufaldıkça ve sayıları arttıkça bilgisayarın gücü de artar.

robot dr.

Tıbbi Bakım: Doktora gitmek yerine doktor ayağınıza gelecek. Muhtemelen, rutin
kontrolleriniz duvar ekranınızda görünen robot yazılım tarafından yapılacak ve sıradan
hastalıkları %95 oranında teşhis edebilecek.

 Size özel bu robot doktor, sorunu saptamak için basit bir algılayıcıyı bedeniniz üzerinde gezdirmenizi isteyecek.

 Belleğinde gen haritanız kayıtlı olacak ve risk faktörlerini hesaba katarak size sorduğu basit sorulara aldığı cevaplardan sonra uygun tedaviyi önerecek. Star Trek dizisindeki gibi hastalıkları hemen teşhis eden aygıt için 23.asra kadar beklememize gerek yok. Daha şimdiden, tonlarca ağırlıktaki MRI makineleri 30cm
boyutuna indirildi bile. Sonunda cep telefonlarımız kadar küçülüp taşınabilir hale gelecekler.
Böylece organlarınızın içini görebileceksiniz. Bu sayede, kanser dahil çeşitli hastalıklar tümör
oluşumundan yıllar önce saptanabilecek. Siz farkında dahi olmadan günde birkaç kez sağlık
kontrolünden geçeceksiniz. Tuvaletiniz, aynanız ve giysilerinizde bulunan DNA çipleri herhangi
bir sorunu hemen algılayacak. Giysilerinizde bulunan sensörler nabzınızı, solunumunuzu ve
beyin dalgalarını herhangi bir düzensizlik durumunda müdahale edilebilmesi için sürekli
kontrol ediyor olacak. Giysileriniz veya arabanız herhangi bir kaza anında ambulansı çağıracak;
baygın olsanız bile tüm tıbbi öykünüzü görevli sağlık personeline aktaracak. Şimdiden aspirin
boyutunda bir hap içine kamera ve radyosu olan bir çip yerleştirilmesi mümkün.

 Bu “akıllı hap”ı yutanın sindirim sistemine ait görüntüler, sinyallerle alıcıya gönderilip incelenebilecek.
Kolonoskopiye gerek kalmadan sorun varsa tespit edilebilecek ve mikroskobik aygıtlar
sayesinde cerrahlar, giderek daha fazla vaka için kesiye gerek kalmadan ameliyat yapılacak

elektronik kağıt

Duvar ekranlar ve Esnek Elektronik Kağıt: Geçmişte bilgisayar devriminin insanı yalnızlaştırıp
makineleştirdiğinden şikayet edenler olmuştu. Aksine tanıdıklarımızı ve arkadaş çevremizi
genişletmemize imkan verdi. Şu anda yalnız hissettiğinizde internette bir arkadaşınızla sohbet
edebilir veya dünyanın başka bir ucundan biriyle poker oynayabilirsiniz. Gelecekte bunu
doğrudan duvarınızdaki ekran üzerinden yapabileceksiniz. Ekranda dostane bir surat sizi
karşılayıp tatil ve seyahat planlarınıza veya internet üzerinden uygun biriyle tanışıp buluşma
ayarlamanıza yardım edecek. Bilgisayar teknolojisi sayesinde gelecekte uzaktakilerin 3 boyutlu
tele- görüntülerini karşımızda görme imkanımız olacak. Bu sayede fiziksel olarak katılmanın
mümkün olmadığı aile ve iş toplantılarında sanal olarak bulunabileceksiniz. Bir zamanlar fiyatı
10 bin dolar olan düz ekran TV’ler, on yıl içinde 50 kat ucuzladığına göre gelecekte tüm duvarı
kaplayan ekranlar da önemli ölçüde ucuzlayacak. Bu ekranlar esnek ve incecik olacak; OLED
yani organik ışık yayan diyotlardan oluşacak.

Arizona Üniversitesi Hewlett-Packard ve Amerikan ordusuyla birlikte bu teknoloji üzerine çalışmalarını sürdürmekte.
 Özel şirketler tarafından da üretilmeye başlandığında piyasa güçleri fiyatı ucuzlatıp halka inmesini
sağlayacak. Fiyatlar düştükçe bu duvar ekranların bedeli, sıradan bir duvar kağıdınınkine eş
değer hale gelebilir. Evin dekorunu yenilemek için tek bir düğmeye basıp elektronik duvar
kağıdının deseni değiştirilebilecek. Bu esnek ekran teknolojisi sayesinde dizüstü bilgisayarının
ağırlığını yüklenmek zorunda kalmayacağız.

Taşınabilir bilgisayar, OLED’lerden oluşan katlayıp cebimize koyabildiğimiz bir elektronik kağıt haline dönüşebilir.

 Cep telefonları içinde istediğiniz gibi büyütebileceğiniz esnek bir ekran barındırabilir. Bu teknoloji aynı zamanda kişisel bilgisayar ekranlarının tamamen şeffaf olmasını da sağlayacak. Gelecekte bir pencere camı
elimizi oynatmamızla bilgisayar ekranına dönüşüp internette dolaşmamıza izin verebilecek. Şu
anda bilgileri bir bilgisayardan diğerine aktarmak zorunda kalıyoruz ancak ileride dosyalarımız
her yerde bizimle birlikte olacak. Çünkü istediğimiz an internete bağlanıp bilgi yükleyip
indirebileceğiz. Bu teknolojinin ilk örneklerinden olan Cloud Computing’de bilgisayar için değil
bilgisayar kullandığınız zaman için faturalandırılma söz konusu, aynen su veya elektrik sayacı

2030

YAKIN GELECEK (günümüzden 2030’a kadar)
İnternet Gözlükleri ve Kontak Lensler: Bugün internete bilgisayarlar ve cep telefonları
aracılığıyla bağlanıyoruz ancak gelecekte internet, mobilyadan, reklam panolarına kadar her
yerde olacak.

Hatta gözlüklerimiz ve kontak lenslerimiz de çipli olacak ve göz açıp kapamakla
internete bağlanabileceğiz. Bu, imajların mikrolazerle merceğe yansıtılmasıyla da gözlük
camına eklenerek de mümkün olabilir. Bu teknoloji, kablosuz bir el aletiyle veya
parmaklarımızın hareketine duyarlı bir sensörle kontrol edilebilecek. İnternet gözlükleri, bir
kamera ekiyle her gördüğünüzü kaydedebilecek, şekil tanıma (pattern-recognition) yazılımıyla
nesneleri ve hatta yüzleri tanıyabilecek.

 Bunu %90 oranında becerebilen yazılımlar şimdiden mevcut.

İleride, Terminatör filminde olduğu gibi karşınızdaki kişinin yalnızca ismi değil,
özgeçmişi de gözlerinizin önüne gelebilecek. Bu eğitim sistemini kökten değiştirebilir çünkü
öğrenciler sınavlarda sessizce internette dolaşıp cevapları bulabilecek. Bu da ezbere dayalı
öğretim sisteminden tamamen vazgeçilip düşünme ve mantık yürütmeye odaklanan bir eğitim
anlayışına yönelmeyi mecbur kılacak. Piyasadaki etkisi anında görülecek çünkü ilk ticari
uygulamalar, nesneleri görünmez ya da görünür kılan gözlükler gibi aygıtlar olacak. Bunları
takınca altyapı sisteminde veya duvarların ardındaki boruları görüp arızayı çabucak tespit
etmek mümkün olacak. Mesela trafikte kör nokta diye bir şey kalmayacak çünkü kameralar
3600 çevrenizdekileri kontak lenslere aktarabiliyor olacak.

2010’da Science Channel’a hazırladığım program için Amerikan Ordusunun savaş alanı
internet modeli Arazi Savaşçısını deneme fırsatı buldum. Yan tarafına minyatür bir ekran bağlı
olan bir kask bu. Ekrandan bakıldığında düşman ve dost birliklerin konumları, strateji, taktikler
ya da hava durumu gibi bilgiler gözünüzün önüne geliveriyor. Bu lenslerin bir avantajı çok az
enerji harcamaları. Diğeriyse optik sinirin bir anlamda beynin doğrudan uzantısı olması
nedeniyle, gözün beyne hızlı internet bağlantısından daha çabuk bilgi aktarımı yapabilmesi.
Böylece elektrot yerleştirilmesine gerek kalmadan beyne doğrudan ve etkin erişim mümkün.

Bilim iyiye de kötüye de kullanılabilen keskin bir kılıca benzetilebilir

Bilim iyiye de kötüye de kullanılabilen keskin bir kılıca benzetilebilir.
Çözüm yarattığı kadar problem de yaratabilir. Dünyada şu anda birbiriyle yarışan iki akım var.

Biri toleranslı, bilimsel ve gönençli bir gezegen uygarlığı kurma peşinde;

diğeriyse toplumu bozma tehlikesi saçan anarşi ve cehaleti göklere çıkarmakta. Hala atalarımızla aynı bağnaz, köktenci, mantıksız tutkulara sahibiz. Fakat şimdi durum çok daha farklı; artık nükleer, kimyasal ve biyolojik
silahlarımız var. İlkel hırslarımız uğruna insanlığın ortak geleceğini feda edemeyeceğimizi
anlamamız şart.

 Hızla gelişmekte olan bilgisayar, telekomünikasyon, biyoteknoloji, yapay zeka
ve nanoteknoloji gibi alanlarda meydana gelmesi muhtemel bilimsel yenilik ve buluşların
insanlık medeniyetinin geleceğini değiştireceğine kuşku yok.

Gelecekte doğaya seyirci kalmaktan çıkıp doğa olaylarını yönlendirebilecek güce sahip olacağız; ardından doğanın efendisi olmaya geçiş yapacak, ve nihayetinde doğanın koruyucusu olacağız.

Umut edelim de geçmişimizdeki barbarlığı uslandırıp bilimi ölçülü ve temkinli bir şekilde ustalıkla ve bilgelikle kullanalım

Peki bilim ve teknolojik değişim insanlığı nereye götürüyor?

2100’e gelindiğindeyse, tanrılara özgü telekinetik güce sahip olup sadece düşünce gücüyle nesneleri hareket ettirebiliyor olacağız. 

Bilgisayarlar zihnimizi okuyarak isteklerimizi yerine getirebilecek hale gelecek. Biyoteknoloji sayesinde mükemmel bedenler yaratıp insan ömrünü uzatacağız.

Nanoteknoloji vasıtasıyla bir nesneyi alıp bambaşka bir şeye dönüştürebilecek; görünüşte
yoktan var edebiliyor olacağız.
Neredeyse hiç yakıt kullanmadan havada süzülerek kendi
kendine giden taşıtlar kullanıyor olacağız.
Makinelerimizle yıldızların sınırsız enerjisindenyararlanır hale geleceğiz. Aynı zamanda yakın yıldızları keşfetmeye uzay gemileri göndermenin eşiğinde olacağız. Tüm bunlar hayal dahi edilemeyecek kadar uçuk gelse de bu gelişmelerin tohumları şimdiden atılmış halde.

Peki bilim ve teknolojik değişim insanlığı nereye götürüyor?

 Bu uzun yolculuğun varacağı son durak neresi?

 Ticaret, kültür, dil, eğlence hatta savaş gezegen uygarlığının oluşumuyla köklü
değişimlere uğramakta.

İnsanlığın, tarih ve teknolojinin muazzam güçlerinin nihai ürünü olan
gezegen uygarlığına geçişi herhangi bir kontrolün ötesinde bir süreç.

 Muhtemelen de tarihin en büyük dönüşümü olacak ve geçmişteki tüm uygarlıklardan keskin biçimde ayrılacak.

 Ancak bu dönüşüm, elbette kaosa  yenik düşmezsek mümkün olabilir.

DİJİTAL DEVRİM

Batı medeniyetinin bugünkü hale gelmesinin altında, Avrupa’nın doğa kanunları hakkındaki bilgiyi çok iyi kullanmayı becermiş olması yatar.

Bunlardan birincisi, Isaac Newton’ın nesnelerin hareketinin mekanik kuvvetlere bağlı olduğunu
açıkladığı Yerçekimi kuvveti;

ikincisi Thomas Edison, Faraday, Maxwell ve diğerlerinin açıklanmasına katkıda bulunduğu Elektromanyetizm. Aydınlatma sağlayan, cihazlarımızı çalıştıran elektromanyetizmin keşfedilmesiyle peş peşe bilim harikaları yaratan elektronikdevrimi başladı.

Üçüncü ve dördüncüyse; atom çekirdeğine ait iki kuvvet yani zayıf ve güçlü
nükleer kuvvetler oldu. Einstein, E=mc2 formülünü bulduğunda ve 1930’larda atom
parçalandığında, bilim insanları ilk kez yıldızları aydınlatan kuvvetleri, evrenin sırlarını
anlamaya başladı.

Bu sadece atom silahlarının dehşet gücünü serbest bırakmakla kalmadı,
günün birinde bu gücü kontrol altına alabilecek hale geleceğimizin de sözünü vermiş oldu.
Günümüzde bu dört kuvveti gayet iyi anlamış durumdayız.

Birinci kuvvet artık Einstein’ın genel izafiyet teorisiyle; diğer üçü de atom parçacıklarının sırlarını deşifre etmemizi sağlayan kuantum teorisiyle açıklanmakta. Kuantum teorinin bize kazandırdıkları arasında transistör ve lazer de var.
 Ama en can alıcı olanı, modern toplumun itici gücüne dönüşen dijital devrim.
 Onu biyoteknolojik devrim izlemekte. Bilim adamları DNA molekülünün sırrını çözmek için de
kuantum teorisinden yararlandı. DNA diziliminin tam olarak yapılabilmesini mümkün kılan
bilgisayar teknolojisi sayesinde biyoteknoloji baş döndürücü bir hız kazanarak insanlığın
geleceğini şekillendirmeye başladı.

Sonuç olarak, gelecekte bilim ve teknolojinin takip edeceği yönü daha iyi görebilecek
durumdayız. Beklenmedik sürprizler olabilir elbet ancak modern fizik, kimya ve biyolojinin
temelleri büyük ölçüde atılmış olduğundan ve en azından yakın gelecekte bu temel bilgilerde
önemli bir değişiklik beklemediğimizden, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin katlanarak
artmasından yola çıkarak tutarlı tahminler yapmak ve dünyamızın önümüzdeki yüzyılda neye
benzeyeceğini, insanların ne gibi özellikler edinebileceğini öngörmek mümkün.

Bilim 2100 yılına kadar insanlığın kaderini ve günlük yaşamımızı nasıl şekillendirecek?

Bilim 2100 yılına kadar insanlığın kaderini ve günlük yaşamımızı nasıl şekillendirecek?

Hayatım boyunca, evrenin tüm fizik kurallarını tek bir tutarlı kuram çerçevesinde anlamayı ve geleceği
görmeyi arzuladım. Sonunda bu iki tutkunun aslında birbirini tamamladığını fark ettim çünkü
geleceği anlamanın yolu, önce temel doğa kanunlarını kavramak ve ardından bunları
uygarlığımızı yeniden tanımlayıp ileriye taşıyacak icatlara, makinelere ve tedavilere
uygulamaktan geçer.

Peki, geleceği tahmin etmek mümkün mü?

 Gelmiş geçmiş en iyi bilim kurgu yazarlarından biri olan Jules Verne, kendisi bilim
adamı olmamasına rağmen, zamanının bilim dünyasıyla fazlasıyla haşır neşirdi. İsabetli
tahminlerini ve vizyonunu bilimin toplumu kökten değiştirme gücünü kavramış olmasına
borçluydu.

 Leonardo da Vinci ise hem kendisi bir mucitti hem de zamanının önde gelen
yenilikçi ve ileri görüşlü kişileriyle yakın temastaydı. Bu nedenle her ikisinin de geleceğe
yönelik öngörüleri fazlasıyla tuttu. Bu geleneğe uygun biçimde, günümüzün önde gelen bilim
insanlarının çalışmalarını yakından inceleyerek dünyanın çeşitli yerlerindeki laboratuvarlarda
geleceğimizi değiştirecek teknolojilerin prototiplerinin oluşturulduğunu görmek mümkün.


“İcat edilebilecek her şey icat edilmiştir.” 1899 - C.H. Duell - Amerikan Patent Bürosu şefi

“Aktörlerin konuşmasını kim duymak istesin ki?” 1927 (sessiz film dönemi) - Harry M. Warner-
Warner Brothers kurucu ortağı

“Dünya bilgisayar pazarı belki beş adet olabilir.” 1943- Thomas Watson - IBM yönetim kurulu
başkanı

Mesela New York Times 1903’te uçan makinelere kafa yormanın zaman kaybı olduğunu
yazdıktan bir hafta sonra Wright Kardeşler tayyarelerini uçurmayı başardı;

1920’de ise roket bilimci R. Goddard’ı eleştiren Times, 49 yıl sonra Apollo 11 aya indiğinde roketlerin vakum
içinde işleyebildiğinin ispatlandığını yazarak hatasını kabul etti. Buradan çıkarılacak ders,
gelecek aleyhine iddialaşmanın tehlikeli olabileceğidir. Gelecek tahmininde bulunanlar
çoğunlukla teknolojinin hızını olduğundan kat be kat düşük hesapladıklarından yanılmıştır.
Unutmayalım, tarih yazan iyimserlerdir, kötümserler değil. Bunu ve geleceği küçümseyenlerin
yaptığı çarpıcı hataları göz önünde tutarak öngörülerimizi sağlam bir bilimsel temele oturtalım

beno kuryel-matematik-altın oran-estetik

Matematikçi, arı matematiği yararlı olduğu için araştırmaz; onu araştırır çünkü ondan haz alır ve ondan haz alır çünkü o güzeldir.
Henri Pioncaré


Matematiksel bilimler özellikle düzen, simetri ve kısıtlama gösterir; bunlar da güzelin en büyük biçimleridir.
Aristoteles

Giriş

Felsefelogos’un 2001/1 ve 2. sayılarında ele almaya çalıştığım matematiğin felsefesine bu kez de estetik bileşenini ekleyerek tartışmayı genişletmek istiyorum. Yukarıda yer verdiğim Pioncaré’nin sözleri biraz abartılı da olsa matematikte estetik bir bileşenden söz etmemiz için oldukça çok neden vardır. Bir matematikçi ve mühendis olarak Pioncaré, matematiği fiziksel bilimlere uygulayarak bire bir yaşamış ve doğayı anlama uğraşında onun kültürel boyutlarını görebilmiştir. Ne yazık ki, matematiği yalnızca bir araç olarak gören ve bugünün eğitim paradigmasına egemen olan pragmatik bakış açıları bu çok yönlü kültürel etkinliği hiçe sayagelmiş ve saymaktadır. Matematikçilerin çoğu ne matematiğin felsefesi ne de pedagojisi ile ilgilidirler. Özellikle pedagojik açıdan estetik bileşen çok önemlidir. Estetik düşünce gerek arı gerekse uygulamalı matematik alanlarına her zaman  nüfuz etmiştir. Ancak bu konu ile ilgili tartışmalar genellikle dar gruplar içinde ya da kişisel merak alanında kalmıştır. Bilginin edinilmesi, kavram olarak geliştirilmesi ve kullanılabilmesinde estetik yönlerin etkili bir yeri vardır. Buna karşın estetik olgunun hiç de farkında olmadan okullar bitirilmekte, felsefe boyutlarından yalıtılmış matematik asık yüzü ile tanınarak kalmaktadır.

Matematik insansal bir etkinlik olarak kültür yumağında ve onun tarihsel devinim süreçlerinde çeşitli renkler kazanmıştır. Buna karşın yalnızca yararlılık yönüyle ele alınarak felsefeden koparıldığı gibi, kültürel etmenlerinden de yalıtılmış durumdadır. Aşağıda, örnekler de kullanarak bu estetik bileşenin anlamını aydınlatmaya ve konuyla ilgili kişisel görüşlerimi belirtmeye çalışacağım.

Estetik Bileşen

Matematiğin estetik çekiciliği, birçok yazar ve düşünür tarafından gerek edilgin bir tasarım olarak gerekse gerçek bir araştırma uğraşında dile getirilmiştir. Kepler gibi klasik ve ortaçağ düşünürleri, “altın oran” olgusunu sınırsız bir çoşku ile ifade etmişlerdir. Pioncaré, matematikel yaratıcılıkta belirleyici etmenin mantık değil estetik olduğunu ileri sürmüştür.

 Herşeyde olduğu gibi bir işi başarmanın ya da en azından o işe koyulmanın ilk koşullarından birisi o işi sevmektir. Bir şeyi sevmek ona ilgi duymak, bir beğeni duygusunu içermektir.

Matematik gibi soyut tasarımların içinde mantık, sezgi ve biçimi yakalamak, aynı zamanda bir esin kaynağını beraberinde yaşamayı getirir. G. H. Hardy’nin belirttiği gibi, “matematikçinin desenleri, bir ressamın ya da bir şairin desenleri gibi güzel olmalıdır . . .” Matematiği yaşayanlar; yani onu bir yöntembilime indirgemeyen, salt akademik bir ekmek kapısı olarak görmeyen, sıradan bir meslek ilişkisi içinde olmayan kişiler, kendi ruhsal yapılarına ve içinde büyüdükleri kültürel koşullara bağlı olarak daima matematiğin güzelliğinden söz etme gereksinmesi duymuşlardır.

Ünlü fizikçi P. A. M. Dirac, biraz da çoşarak, bir denklemde güzelliğin, o denklemin fiziksele uyumundan daha önemli olduğunu vurgulamıştı. Aslına bakarsak matematiksel dilin simgesel güzelliği yanında, o denklemin doğal bir olguyu betimlemeye çalışması da ayrı bir estetik yön içerir. Çünkü günlük yaşamın içinden gelen bir bağlantıdır bu.

Hava tahminlerinde kullanılan matematik modellerin içerdiği diferansiyel denklem dizgelerinin çözümü, başlangıç koşullarına o kadar bağlıdır ki, çözümlerin grafiksel görünümünde kaotik yapı hemen dışa yansır. Bir kelebeği andıran bu çözüm kümesine, başlangıç koşullarına olan derin duyarlılığı nedeniyle kelebek etkisi adı verilmiştir. Örneğin, küçük bir hava değişikliğinin – bir kelebeğin kanatlarını çırpması kadar – binlerce kilometre uzaklıktaki bir bölgede fırtına yaratacağı metaforu ünlüdür.

Matematikle uğraş içinde olmuş ünlü insanların sözleri bir önem taşısa da, matematiğin estetiğini bunlarla kanıtlama çabası içinde olunamaz. Bunların hem tarihsel bir değeri vardır, hem de ayrı ayrı dönemlerde, farklı alanlarda araştırma yapmış bu insanların birbirlerinden bağımsız olarak matematiğin estetik niteliklerinden söz etmiş olmaları dikkat çekicidir. Tarihin her döneminde göze çarpan estetik bileşeni araştırmak, tartışmak, yani matematiği yaşama davet etmektir amacımız. Ayrıca, estetik kaygı; döneme, matematiğin içinde yaşadığı kültüre, teknolojik gelişmelere çok bağımlıdır. Araştırma ve öğretimin her düzeyini estetikle ilişkilendirme fırsatlarının sonsuz olduğunu da söyleyebiliriz. Örneğin, bugün geometrinin, cebirin, matematiksel yazılımların ve görsel ortamların gelişmesi ve kazandığı güçle estetik bileşenle kurulan ilişkilerin artacağı ve biçim ve de yorum değiştireceği açıktır.

Burada önemle vurgulanması gereken bir nokta da “öğrenme ve öğrenmeyi öğrenme” olgusudur. Zihinsel etkinlikler olarak bilişsel süreçlerin bireysel öğrenme tarz ve profilinin içinde alacağı yol, o bireyin kalemi ve kağıdı ele alış biçiminden, bilgiyi kurma, kullanma ve paylaşma şekline kadar bir dizi duygusal aşama içerir.

Bunların psikanalitik irdelenmesi bir başka yazı konusu olmakla birlikte öğrenme sürecinin estetikle, yaşamla kurulan bağların renkleriyle olan ilişkisine parmak basmakta yarar vardır. Bu bakımdan, matematiğin estetik bileşenini iki açıdan ele alabiliriz. Birincisi matematiğin kendi yapısal özelliklerinin taşıdığı estetik nitelikler, diğeri bireyin matematikle kurduğu ilişkide ortaya çıkan duygusal bağlantılardır. Matematik, bir soyutlama sanatıdır. Varlıksal büyüklüklerin bir model içinde açıklanması için soyutun merdivenleri çıkılır onunla.
Yaşamın İçinde
Bunların yanında, genel olarak bakarsak matematiğin estetik bileşenine karşı körlük yaygındır. Genelde matematik, toz kadar kuru, bir telefon rehberi kadar heyecan verici ve ortaçağdan kalan miyadını doldurmuş yasalar kadar uzaklardadır. Aksine, estetik bileşene değer vermek, konunun harika bir şekilde yaşanmasına neden olur ve insan zihninin başka hiçbir yaratısının yapamayacağı gibi alevli bir çoşku verir. Sanat ve müzikte güzellik, en azından Platon zamanından bu yana araştırılmış bir olgudur. Bu olgu daha çok, düzen, oransallık, denge, uyum, birlik ve açıklık kavramları cinsinden inceleme konusu yapılmıştır. Tüm bunlar estetik bir çözümlemede rol oynamalarına rağmen, estetiği salt güzellikle açıklamak yetersizdir. Çünkü estetik yargılar, kişisel olma eğilimi taşır, kültürden kültüre ve kuşaktan kuşağa değişimler gösterir. Önemli olan, yalnızca neyin “güzel” olduğu değil, aynı zamanda estetik yargıların nasıl işlediğini ve ne gibi işlevlere sahip olduğudur. Bu noktada bir kez daha altını çizmek gerekir ki, bilgi denen olgu gerek pedagojik, okul ve okul sonrası süreçlerle ilgili, gerekse bilgikuramsal, felsefe / bilim / paradigmalar bağlamında, yaşamın çok yönlü etkileşim ve mücadelerinde bir anlam kazanır. Matematik özelinde de estetik yargılar vardır, önem taşır, geliştirilebilir, bir kuşaktan diğerine, öğretmenden öğrenciye, bir yazardan okura, bir okurdan diğerine aktarılabilir.
Peki, nedir bu matematik estetik, ya da ne olabilir? Birkaç özellik üzerinden gidelim. Matematikte, bir problem çözülür ya da bir çıkarsama yapılırken yaşanan süreç gerilimler ve gevşemelerle doludur. Gerilim ve gevşemeler bir ardışıklık içindedir. Sezgisel bir atılım, mantıksal bir engelle karşılaşabilir. Örneğin geometrik bir gösterimde, sezgisel yolla çizilen bir doğru parçası, problemin kuruluşu ile çelişebilir ve gerilim yaratır. Ardından çizilen bir başka doğru parçası, problemin çözümünü hemen aydınlatabilir ve haz dolu bir gevşeme yaşanır. Bir başka durum, hedeflenene varabilme duygusudur. Beklentiler gerçekleşmiştir. Gözlem ve deneyimlerle elde edilen bazı sonuçlara, matematik kanıtlar köprüsünden de geçilerek varılabilmiştir. O anda insanın yüzündeki gülümseme, estetik bileşenin dışa vurmuş biçimlerinden birini örnekler. Bir başka durum, matematiğin sürprizlerle dolu olmasıdır. Basit bir örnek dizilerde ve seri açılımlarında görülebilir. Dizi ve serilerin özellikleri araştırılırken, karşımıza bir diferansiyel denklemin çözümü çıkabilir. Ya da bu çözümün yaklaşık bir karşılığı önümüze dikilebilir. Sürprizler, matematik derslerinde öğrencilerin de karşılaştığı ilginç durumlardır. Yapılan bir tanımlamanın, tam da fiziksel bir probleme denk gelmesi, fiziksel bir çözümleme ile aynı sonuca varılması hoş bir şaşkınlık yaratır. Diğer bir olay, duyusal ve görsel hazdır. Matematik, bir bakımdan dilsel bir yapıdır. Gündelik dille ortak yönleri olan ancak kendine özgü bir dildir de. Duyusal ve görsel hazza iki açıdan yaklaşabiliriz. Birincisi görselin ağır bastığı durumdur. Bir metni çizime dönüştürmenin hazzı. Algılama ve kavrayışın belki de sınandığı bir adım. Dili, yazı ve çizim kurallarıyla kullanarak bir kavramı ya da kavramlar kümesini ele almış oluruz. İkincisi duyusal hazzın ağır bastığı durumdur. Burada, matematikte sayısız örneklerini gördüğümüz ve matematik anlamı belirleyen bir sentez söz konusudur. Matematik anlam nasıl yapılanır? Matematik ve dil ilişkisini kapsayan bu soru bir başka yazının konusu olsa da, burada estetik değerler açısından matematiğe şiirsellik kazandıran bir olgudan kısaca söz etmeliyiz. Düzanlam (denotative) ve dolaysalanlam (connotative). Örneğin, 1 + 4 ile 4 + 1 düzanlamsal olarak aynı şeyler değildir. İkisi de farklı metinlerdir. Ancak her iki metnin dolaysalanlamı, 5 değerine eşit olmalarıdır. Dikkat edilirse, öğrenime yeni başlayan çocuklar ve hepimiz çocukluğumuzda 3 + 7’nin 10 olduğunu öğrendikten sonra, 7 + 3’e sessiz kalmışızdır. Görseli ve duyusalı, zihnin bilişseli içinde barındıran bu yapılar, matematiğe tepkinin, kaygının ve aynı zamanda da isteğin ve hazzın psikolojik ve felsefi (bilgikuramsal) yönlerini ifade etmektedir. Bir diğer estetik nitelik matematiğin özgürlüğü ve kısıtlamaları aynı anda yaşatabilmesidir. Örneğin, onüçüncü yüzyılda yaşayan, Arap ve Hint kültürlerinin matematik bilgilerini derleyen, cebir ve sayı kuramına önemli katkılar yapan Piza’lı Fibonacci’nin geliştirdiği sayı dizileri, sayısal bilgisayarların gelişmesine kadar – 1950’ler – sümen altında kalmıştır. Daha sonra, gerek benzetim (simulation) gerekse olası en iyiyi hesaplamada (optimisation) yaygın bir kullanım kazanmıştır. Bir başka yön, bana göre en önemli estetik özellik, matematiğin “biricikliğidir” (uniqueness). Bilimin pozitivist örgütlenişi sürecinde araştırma dallarının birbirinden kesin çizgilerle ayrılmasından sonra matematik de bölük pörçük alanlara ayrılmıştır. Özellikle eğitim alanında kendisini açıkça duyuran bu parçalanmışlık matematiğin bir bütün olduğunun algılanmasını engellemiştir. Bu da matematiği sevimsiz kılmıştır. Akademik yaşantım süresince sayısız öğrencinin, matematiğin bütünlüğünü ve biricikliğini kavradığı zaman, matematiğe olan sevimsiz ve kaygı dolu duygularının nasıl değiştiğine tanıklık etmiş ve bire bir yaşamışımdır.

Estetik yargıların geçici olabileceğine ve özel bir matematiksel dönem ve kültüre konumlandırılabileceğini belirtmiştik. Tipik bir örnek, “altın oran” olarak bilinen sayıdır. Bir zamanlar en güzel dikdörtgen, uzun kenarının kısa kenarına oranı 1.61803…/1 = 1.61803 = ½(1+Ö5) olanı kabul edilirdi. Mimaride de çok kullanılan bu oran, aynı zamanda güzel insanın ölçüleri için de kabul edilmişti. İnsanın ayak ucundan göbeğine kadar olan uzaklıkla, göbeğinden başına kadar olan uzaklık oranı, eğer altın oran değerindeyse o insan atletik ve güzel kabul edilirdi. Yine bir başka örnek, bir kenarı birim uzunlukta olan düzgün beşgenle ilgilidir. Eğer köşeleri sıra ile numaralanırsa, örneğin, 1 ile 3. köşelerini birleştiren köşegenin uzunluğu altın orana denk gelen altın sayıdır (1.61803…). Bunun dışında kabuklu deniz hayvanlarının yapısında, çeşitli bitkilerin geometrik biçimlerinde aynı orana rastlamak olasıdır.
İlk bakışta şu sorulabilir; bu kadar farklı durumlar aynı altın orana denk geldiğine göre acaba bunların karşılıklı ilişkileri mi vardır? Bu hayret, keyf ve haz duymaya neden olur ve haz da, evrenin olağanüstü bir biçimde bir araya geldiği duygusuna yol açar. Fakat, farklı duygular da araştırma ve deneyimle ortaya çıkar. Eğer bir kişi, diferansiyel denklemler konusunu yoğunlukla çalışırsa, bu “beklenmeyen” artık beklenmeyen olmaktan çıkmaya başlar ve sağlam bir çalışma sezgisine dönüşür. Buna bağlı olarak “beklenmeyenin” oluşturduğu estetik haz, bir olasılıkla azalabilir ya da kesin bir dönüşüme uğrar. Denebilir ki, bu gibi sürprizler ya da şaşkınlık durumları, rahatsız edici bir gizemliliğe yol açar. Bu duygulanım da, bundan kurtulmak için tüm bu özel durumları kapsayacak genel bir kuramı geliştirmede itici güç olabilir. Böylece, yukarıda verilen ve altın oranla sonuçlanan özel durumları içine alan bir kuram geliştirilir. Bu, belirli matrislere ait özdeğerlerin kuramıdır. Bu yolla, sürprizi ya da şaşkınlığı açıklamak ve belki de onu söndürmek için gösterilen çaba, yeni bir araştırma ve anlama gayretine dönüşmüş olmaktadır.
Son Bir Söz
Estetik bileşene ait örneklerini çoğaltmak olası. Bir okyanus kadar engin. Ancak, felsefi bağlamda ele almaya çalıştığım bu konuyu teknik ayrıntılarla baymak istemedim. Üstelik, matematiğin matematikçilerin işi olduğu önyargısının çok yaygın olduğu bir paradigma çatısı altında. Ancak bu paradigma, kendi içinde seçeneklerini de yaratmaktadır.

 Meslek alanı ne olursa olsun, bilgiyi sorgulamak ve bilim felsefesine ilgi duymak her geçen gün artan bir eğilim.
Bilgiyi, yaşamın örgüsünden elde etmeye çalışma çabası artış göstermektedir.
Kendi mesleki alanı içine sıkışmak istemeyen duygular bu paylaşıma estetik boyutlar katmaya daima devam edecektir.

Özellikle, ezber yaşamın üstüne yapılanmış ezbere dayalı eğitim dizgelerinde çürümüşlüğü tamir etmek için gösterilen gayretler yöntemsel indirgemecilikten arındırılmak zorundadır. Bunun en etkili yollarından birisi, bilimi felsefi, yani yaşamsal değerleriyle ele almaya çalışmaktır. Bilginin tarihsel gelişimi ve felsefi boyutlarından yalıtarak sunulan şey bir şablon olmaktan kurtulamaz. Böylece şablon, pragmatik sonuçlar adına ezberlenir. Matematiğin de bir estetik bileşeni olduğunu aklının ucundan bile geçirmeyen sayısız insan vardır. Özellikle de matematikçiler ve mühendisler ve de ekonomistler.

Bir matrisin, iki boyutlu düzenli bir küme olmasının dışında, bir petrokimya tesisinin kütlesel dağılımını bulmak için çözülen yüzlerce denklemin çözüm yuvası olduğunu bilmek, bilgsayar grafiklerinin, ekranda oynadığımız oyunların sahne arkasında milyonlarca matris hesaplamasının yapıldığının farkında olmak ne güzel değil mi?

Evet güzel, çünkü öğrenmeyi öğrenmenin tadına varmak, neyi ne için yaptığımızı bilmek önemli bir estetik kaygıyı da beraberinde taşır. Bu tartışmaya, yeni felsefi tatlar katılması dileğiyle…

Kaynakça

  1. Thomas Tymoczko, “New Directions in the Philosophy of Mathematics”, Princeton, 1998.
  2. I. Grattan-Guinness, “The Search for Mathematical Roots”, Princeton, 2000.
  3. Reuben Hersh, “Fresh Breezes in the Philosophy of Mathematics”, American Mathematical Monthly, August-Sept., 589, 1995.
  4. Jonatan M. Borwein, “Aesthetics for the Working Mathematician”, Mathematics and Aesthics, Queens University Symposium, April-2001

Sadece doğa değil zihinlerimizde kirli



Ege Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi (EGESEM)'in 'Bilim Tarihinden Esintiler' adlı semineri EÜ Atatürk Kültür Merkezi'nde(AKM) gerçekleşti. EÜ Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Beno Kuryel'in konuşmacı olarak katıldığı seminerde çevre, bilimsel bilgi, eğitim ve bilinçlenme konularında bilgi verdi.

Prof. Dr. Kuryel, “Toplumsal Eğitim ve Bilinçlenme Etkinlikleri” kapsamında gerçekleşen seminerin bir bilim felsefesi dersi niteliğinde olduğunu belirtti. Kültür süreçleri, tarihsel devinim ve bilgi süreci alt başlıkları ile devam eden seminer yaklaşık iki saat sürdü.

 Prof. Dr. Kuryel, “Biz bildiklerimiz üzerinden düşünür, düşündüklerimiz üzerinden bilgiyi üretiriz.
Her bilgiye 'bilgi' demek mümkün değildir.
Modernite, bilimin bize sarsılmaz bir yapı olduğunu öğretmiştir. Halbuki bilim bir heyecan, bir merak, bir yaratıcılık ve yaşama arzusundan kaynaklanan bilme isteğidir” dedi.

Özellikle son yıllarda doruklara çıkmış bir teknolojiden bahseden Kuryel çevre ile beraber zihinlerimizi de kirlettiğimizi belirtti.

 Japonya felaketi ile tekrar gündeme gelen nükleer enerji konusuna da değinen Prof. Dr. Kuryel, nükleer tesislerin hem küresel hem de siyasal örgütlerden bağımsız olmadığını söyledi.

'Biz sadece doğayı mı tahrip ediyoruz, sadece çevreyi mi kirletiyoruz sorularına ancak empati ile cevap verebiliriz.

Sadece doğa değil zihinlerimizde kirli'

BENO KURYEL ile BİLİM FELSEFESİ


Moderniteyle beraber uzmanlaşmanın geliştiği bir süreç yaşadığımızı ve bilginin derinleşmesi için uzmanlığın kaçınılmaz olduğunu belirten Kuryel, uzmanlıklar arası işbirliğinin de üzerinde durdu.

Haber rss beslemesi

Prof. Dr. Beno Kuryel’le “Bilim Felsefesini Tartışmak”

Per, 15 Nis 2010 14:40:00 | Bookmark and Share
Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Beno Kuryel, EÜ Ziraat Fakültesi Söyleşi Günleri kapsamında Egelilerle "Bilim Felsefesini Tartışmak" için buluştu.

Bilim felsefesinin bir akademi için çok önemli olduğunu açıklayan Prof. Dr. Kuryel, bilimin derinlemesine bilgi üretebilmesi için özgür bir alan tanımlamak zorunda olduğunu savundu. "Felsefe özgürdür" diyen ve felsefenin bilim olmadığını söyleyen Prof. Dr. Kuryel, "İstikrar bilginin bir niteliğidir. Her istikrar süreci ise kendi duvarını yani statükosunu yaratır. Felsefe de bunu sorgular. Felsefeden anladığımız, bilginin sorgulanmasıdır" diye konuştu. Moderniteyle beraber uzmanlaşmanın geliştiği bir süreç yaşadığımızı ve bilginin derinleşmesi için uzmanlığın kaçınılmaz olduğunu belirten Kuryel, uzmanlıklar arası işbirliğinin de üzerinde durdu. Bilim tarihi ve felsefesinin birbirinden ayrılamayacağı görüşünü aktaran Prof. Dr. Kuryel, Ege Üniversitesi'nde bu alanlarla ilgili bir merkez kurulmasına yönelik bir hayali olduğunu açıkladı.





Matematiğin bir keşif değil bir icat olduğunu savunan ve "insan olmasaydı matematik de olmazdı" görüşünü irdeleyen Kuryel "İnsan kendine çok önem veriyor, bu çok ciddi bir hata" dedi.







benokuryel







Prof. Dr. Kuryel paradigma kavramını "Ol mahiler ki derya içredirler, deryayı bilmezler" dizeleriyle ve çeşitli anektodlarla anlattı. Evrim kuramından, matematiğe ve sorular çerçevesinde aydın sorununa kadar pek çok alanda bilim felsefesi açısından konuşan Prof. Dr. Kuryel söyleşisini "Yüzünüzden bilginin özgürlük gülücükleri hiç eksik olmasın" diyerek sonlandırd

Neden Bilim Tarihi ve Felsefesi?”

İZMİR(Ege Ajans)- Ege üniversitesi Sürekli eğitim Merkezi (EGESEM) tarafından düzenlenen Halk Günleri kağsamında 26 Ekim 2011 tarihinde Atatürk Kültür Merkezi Seminer Salonunda
Neden Bilim Tarihi ve Felsefesi?”
konulu etkinlik gerçekleşecek. Saat 18.00- 21.00 arasında yapılacak ücretsiz etkinlikte Beno Kuryel konuşmacı olarak dinleyicilerle buluşacak.(EO/OK)

Bilim-Felsefe Köprüsünün Önemi nedir?

Beno Kuryel

Bilim-Felsefe Köprüsünün Önemi


Bilim, genel olarak neredeyse herkesin, yargılamadan ve sorgulamadan üstünlüğünü kabul ettiği bir olgu.
Peki nedir bu üstünlük, neden ve neye göre üstünlük?
Böylesine bir üstünlüğü tanımlamak olası mı?
Haklı olduğumuzu kanıtlamak için hemen bilimin arkasına sığınmamızın koşulları nedir?
 Böyle bir ideoloji yapılanmasının, tarihsel süreç boyunca toplumsal oluşumların eğitsel, ekonomik, siyasal, kültürel ve geleneksel yasam etmenleriyle ilişkileri ne oldu?
Bilimsel çalışmaların etik yanı var mı?

Sayısız sorularla sürdürebileceğimiz bu tartışma, bilim felsefesinin kendisi. Yani, bilimin felsefeden koparılamayacağının göstergeleri. Özellikle son 300 yıl içinde bilimi, felsefeden ayırarak ona yapay bir üstünlük sağlayan koşulları tartışmak gerekmez mi?

Örnegin, atom fiziği araştırmaları atom bombasına neden olmadı mı? Evet. Atom kuramının ayrıntılı bir açıklanmasını, 1940'larin baslarında atom enerjisinin bir bomba olarak üretilebileceğinin görülmesini, Einstein'in korku içinde Roosevelt'e o ünlü mektubunu yazmasını, Manhattan Projesi ve "başarısını" ve de giderek Hiroshima and Nagasaki'de atom bombasının patlamasını bilim tarihinin ve onun yakından bağlı olduğu siyasal kararların dışında görebilir miyiz? Ya da, küresel bir dizi çevresel koşulun tehdit ettiği dünyamızda, sayısız belge ile kanıtlanmış bu tehlike çanlarına karsı duyarsız kalabilir miyiz?
Gelecek kuşaklar için de bir tehdit oluşturan bu gelişmeleri ve buna benzer nicelerini görmezden gelebilir miyiz?

Bilimi tarihsiz kılarak her bir alanı kendi sınırları içine hapseden, bir bütünlük bağlamında ele almayan bugünün belirleyici anlayışını irdelemek zorundayız. Bu irdelemede farklı yaklaşımlar olabileceği gibi, çelişen düşünceler de olabilir. Bu son derece anlaşılır bir şey ve doğal. Ancak, bilimi yalnızca kendi içinde değerlendirmek, sanılandan çok daha büyük sıkıntılar yaratıyor. Bu bakımdan bir tartışma ortamı yaratmak çok verimli bir adim. Gerek orta öğretimde gerekse üniversitelerimizde bu konuya verilen önem oldukça cılızdır. Yapılan araştırmalar, yalnızca bilim felsefesi anabilim dalları içinde hapsediliyor, bu alanın kendi özelinde önemli katkılar ortaya çıkmasına rağmen, diğer bilim dallarıyla paylaşılmadığı için sadece bir akademik değer olarak kalıyor. Üstelik, bilim felsefesi dergilerinde sayfaların çoğu, özellikle disiplinlerin en şaşırtıcısı olan fiziğe ait bilimsel kuramların bilmecelerini ve kusurlarını incelemeye ayrılageldi. Bu dergilerde, fiziksel doğanın neden ve nasıl araştırılacağı, bunu yapmanın ne denli tehlikeli veya etik olup olmadığı, bu çalışmaların diğer insansal çıkar ve etkinliklerle olan bağlantıları dişe dokunur biçimde incelenmedi.


Tüm bunları; iyi / kötü, doğru / yanlış, olumlu / olumsuz gibi pozitivist ikilemlerle açıklayamayız. Bilime tarihsel değerlerini vermek için, bilimin diğer bütün insan etkinlikleriyle olan ilişkilerini açığa çıkarmak gerekiyor. İnsanın aklına C. West Churchman'in su sorusu geliyor: "İnsansal anlıkla, insansal koşulda gelişmeyi sağlama almak olası mıdır?" Burada, "sağlama almak" son derece önemli. Çünkü bir sorunun çözülmesi, genellikle bir gelişme olarak görülür. Ancak, "çözüm" olarak dile getirilen, içinde bulunduğu daha geniş sistemde durumu daha da kötüye götürebilir.

 Örneğin son çeyrek yüzyıl içinde birçok besin / beslenme programı (yeşil devrim gibi), dünyaya yayılmış olan açlığı daha da kötüye götürdü, hiç de sağlama almadı. Kimyasal teknolojilerin getirdiği ve yaşamı kolaylaştıran avantajların yanında, çevreyi kirleten yönü ve gelişmelere koşut olarak atıklara gereken yatırımların yapılmaması, daha genel bir sorun yarattı. Son zamanlarda gündeme gelen iletişim ağları, baz istasyonları da benzer bir soruna yol açtı. Zamanımızın belli başlı problemlerini ne kadar çok incelersek onların, tek baslarına anlaşılamayacağını o kadar anlar duruma geliriz. Onlar sistematik ve küresel sorunlar. Bu sorunların birbirine bağlı ve etkileşimli oldukları anlamına gelir. Örneğin, dünya nüfusunun kararlı duruma gelmesi, ancak yoksulluğun dünya çapında azalmasıyla mümkün olacak. Hayvan ve bitki türlerinin neslinin büyük ölçekte tükenmesi, Güney yarıkürenin ağır borçlarla yüklendiği sürece devam edecek. Bu örnekleri çoğaltmak olası.

Bilimsel ve teknolojik gelişmeler o kadar ayrıntılı ve teknolojik uygulamalar o kadar esnek duruma geldi ki, küresel olarak genel bir planlamadan söz etmek yalnızca bir hayal.

Ancak, bu noktada Nobel ödüllü Dennis Gabor'un sözlerini anımsayalım: "Bizim şimdiki medeniyetimiz maddi açıdan olağanüstü başarılı bir teknolojiye yaslanıyor, ama manevi açıdan pratik olarak yaşanacağı hiçbir şey yok."

 Yani bilimsel ve teknolojik düzeyler ve buna göre gelişen bilim ve teknoloji politikaları toplumsal oluşumların siyasal ve ekonomik gelişim süreçleriyle yakından ilişkili. Ve önlemlerini ele almak kaçınılmaz olacaktır.

Bilim tarihi ve yaşamla olan bağlantılarının, hem bilim topluluklarında hem de genel kültür ağlarındaki etkileşimlerinin dile getirildiği alan olan bilim felsefesi aslında bilginin tarihini içeriyor. insan denen canlı türün kendisi ve çevresi ile olan etkileşiminde "bilgi", onun varlık biçimi oldu. Bilim ve bilimsel bilgi insan topluluğunun biçimlenmesinde güçlü araçlar. Bu bakımdan "bilgi" olgusuna ve bunun toplumsal işlevlerine eğilmemizde yarar var.

 Bilim ve siyaset ilişkisinin açığa çıkarılmadığı, gizlenmeye çalışıldığı ortamlar, kısa siyasal tasarımlara kısır yanıtlar verse de toplumun demokratikleşmesine sürekli zarar verir. Bilginin özgürleşmesi ve demokratikleşmesi tüm dünyada giderek daha çok dile getirilen bir talep durumunda.

Bilginin özgürleşmesine toplumsal oluşumların; siyasal, kültürel ve eğitsel düzeylerde ve bunların karşılıklı olarak etkileşim süreçlerinde sayısız örnekler verebiliriz. Ancak, bu kısa yazıda eğitim ve birey olgusunda bilim tarihinin ve onun olmazsa olmaz tümleyeni bilim felsefesinin öğrenme sürecindeki olumlu etkisine bir örnek verebiliriz. Bilginin yalnızca sonuçlarına dayanarak yapageldiğiniz eğitimde, öğrencinin bu bilgiyi sorgulama şansı azalır. Çünkü, yalnızca sonuçla, yani bu bilginin yalnızca "yararcı" kısmı ile ilgilenir. Kendisine neden ve nasıl gerekli olduğunun farkında olmadan o an için sorununu çözmek işin kullanır bu bilgiyi. Sınava hazırlanmak, sınıfı geçmek gibi. Diğer bilgilerle olan bağlantıları söz konusu bile olmaz. Bu bilginin nereden ve ne biçimde ortaya çıktığı, uygarlık sürecinde ne tür bir yere sahip olduğu, bunun toplumsal yasam koşullarıyla olan ilişkileri değerlendirilirse öğrenci, kendisinin bu koskoca kürede bir ise yaradığını görür. Sorumluluk hisseder ve katılımcı olur. Bu da bilginin ve varlık nedeni olan bireyin demokratikleşme sürecine katılması anlamına gelir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bunlara hemen sorulacak soruları duyar gibiyim. Bir yıl içinde ders müfredatlarını yetiştirmeye çalışırken bunlara nasıl yer verebiliriz? Ya da, çocuklar bu kadar derin şeyleri anlayabilirler mi gibi. Bu sorular ancak öğretilenlerin sınavlar aracılığıyla sınandığı dar kalıplar içinde kalındığı ve çocuklara güvenilmediği ortam ve sistemlerde bir şey ifade eder. Öğretmek eyleminin merkezde olduğu bu paradigmanın irdelenmesi, sorgulanması, bilginin ve öğrenme süreçlerinin özgürleşebilmesi için gerekli.

 Herkesin şikayetçi olduğu bugünkü eğitim sisteminin yeniden yapılanma sürecine girmesinde bilgiyi, "tarih" içinde bütünsel bir yaklaşımla değerlendirmekten ve çözümlemekten de geçer.

Augusto Forti'nin dediği gibi, "... Ama bugün bilime katılabilmemiz için bilim konusunda daha fazla öğrenim görmeye, okuyup yazmaya ve bilimsel bilginin politikacılara ve gazetecilere daha fazla yaygınlaştırılmasına gereksinme duyuyoruz. Politikacıların ve gazetecilerin önemli kararların tabanında yer alan bilimsel olguları açık seçik ve kavranabilir bir tarzda sunabilmeleri gerekir; böylece karar verme sürecine yurttaşların hepsi katılabilecektir.


" Okuma alışkanlığımız neden bu kadar az?
Bilim ve Teknik dergisi çok mükemmel bir şekilde hazırlanıyor ve çocuklar için de bir dergi çıkıyor.
 Kaç kişi gerçekten bu dergileri okuyor ve çıkmasını heyecanla bekliyor? Çocuklar neden fazla okumuyor?
Eğitim geleneğimizde, okuma alışkanlığının ve bilincinin ne kadar yerleşik? Bunları tartışmamızın ne kadar önemli olduğunu, sanırım hepimiz görebiliyoruz.
Yukarıda belirttiğimiz tehlikeleri yalnızca bilim ve teknoloji bağlamında ele almak olanaksız. Çünkü bilimin, kültürle, siyasal ve ekonomik kararlarla, yasam tarzları ve seçimleriyle yakından ilişkisi var.

"rational decision making

Human Issues in Production Planning ve Scheduling adlı bir 30 kişilik bir grup ve son 6 senedir buluşuyor Kuzey Avrupa da. Katılanlar OR, POM, Industrial Psycologist, Cognitive Scientist, Social Scientisler, ITler.

İlk konuşmacı felsefe ağırlıklı idi "rational decision making" çok geriler de kaldı ama hala ona inanları bulabilirsiniz dedi. Bunca sene EM eğitimi "rational DM" üzerine kurulmuştu sanırım. Benim "main motivation" bu konulara eğilmem için yönettiğim endüstri projelerin büyük bir kısmında uygulamalar çok başarılı olmadı veya başarı kısa sürdü.

Yani "modeller" geliştirip bu iş böyle çözülür demekle işler çözülmüyor.

İnsanı "external" bir faktör olarak görmektense onu da çözümün bir parçası yapmak lazım.

Endüstri Mühendiliği/OR açısından bu bizim modelleri değiştirmemizi/yeni modeller geliştirmemizi gerektiriyor.

Subjective karar verme endüstri deki gerçeğin parçası.

Royal Society'de bir "prize lecture"a gittim. 3 yılda bir düzenlenen "Medawar Lecture" bu sene fizikçiden-dönme-felsefeci Prof. Peter Lipton tarafından verildi.

Konuşmanın başlığı "The truth about science" idi ve içeriğini de görünce dedim ki kendime "zaten bir aydır yaptığım hiç bir deney çalışmadı, bakalım ben belki bir şeyleri atlamışımdır, gidip bir de şu meretin felsefesi üstüne bir crash-course göreyim".

Prof. Lipton sunuşuna -dinleyiciler içindeki felsefecilerin hayal kırıklığı belirten homurdanmaları içinde- konuşmasını deneysel çalışan biliminsanları için hazırladığını söyleyerek başladı.
 Buna neden olarak da biliminsanlarının "bilim felsefesi"nden hoşlanmamalarını ve dahası buna ayıracak zamanlarının olmamasını gösterdi. Biliminsanlarının bilim felsefesine zaman ayırmamak yanında felsefecilere de yardım etmek hevesinde olmadığını, hatta felsefecilerden hiç haz etmediklerini çünkü kısaca bilim felsefesinin "wrong, useless, pernicious" olduğunu düşündüklerini söyledi.
Bunların örneklerini verdikten sonra biliminsanlarına hak da verdi, çünkü onca biliminsanı felsefesini bilmeden bilim yapmaya, hem de iyi bilim yapmaya, devam ediyordu.

Bundan sonra bilimin ne yapmaya çalıştığı ile ilgili felsefecilerin üç modeli olduğundan bahsetti, oradan da Popper ve Kuhn'a geçti.

Bu iki felsefecinin tartışmaya katkılarını anlatırken, başkasından alıntı yaparak, ikisini de kirpiye benzetti (bu iki düşünür de tilki değilmiş (çünkü tilkinin pek çok numarası olurmuş) ama kirpiymişler, çünkü kirpinin bir ve yalnız bir -ama çok iyi- numarası varmış). Popper için "falsifiability" Kuhn için ise "exemplar mechanism"i özetleyip, neden biliminsanlarının birincisini sevip, ikinci görüşten hazzetmediklerini ve iki görüşün de zayıf yanlarını anlattı. Buraya kadar sanırım yarım saat geçmişti ki benim ­zaten zayıf ötesi olan- dikkatim dağıldı. Duvar süslerini inceledikten sonra konuşmaya geri geldiğimde teorilerimizden hiç bir zaman emin olamayacağımız ve pek çok teorimizin de zaman içinde değiştiğinden bahsediyordu, sonra ben bir süre de ön sıralarda oturan Royal Society üyelerini seyrettim, oradan da geri geldiğimde "approximate truth" "the dialogue between the possible and the actual" gibi şeylerden bahsedip, biliminsanlarının bilim felsefesi ile ilgilenerek kendileri ile ilgili, örneğin niye bilim yaptıkları gibi, şeyler öğrenebileceğini söyledi. Ve konuşmasını bilim felsefesinin, biliminsanlarına "bilimi nasıl daha iyi yapabileceklerinin" yanıtını vermeyeceğini, başka bir deyişle bilim felsefesi çalışarak bilimsel problemlerini çözemeyeceklerini, en iyi şeyin her zaman yaptıkları gibi devam etmek olduğunu söyledi. Ben de bunun üzerine, ne yalan söyleyeyim- derin bir nefes, bir de oh çektim.

Sorular kısmı geldiğinde Royal Society'nin önde oturan üyelerinden, sakin sakin fakat çok sert sorular geldi. Doktor olduğunu tahmin ettiğim bir tanesi, "biz tabi ki bilim felsefesinin 'utter rubbish' olduğunu düşünüyoruz, skepticisim'de bir yere kadar, Arşimet'in kaldıraç kanunlarının veya vücutta kan dolaşımı prensiplerinin suyumu çıktı?" dedi. Soru soran Royal Society üyesi olunca cevapta ona göre geldi tabi ki. Bir başkası, sanırım 300 yaşında kadar vardı, "bizim yaptığımız tanımlanmış koşullar altında 'approximation to truth' yapmaktır, bu metot bize şimdiye kadar çok iyi hizmet etti, ve hala da ediyor, bunun üstüne limon sıkmak niye ki?" dedi.
 Prof. Lipton da zaten biliminsanlarının böyle devam etmesinin en iyisi olduğunu düşündüğünü söyleyerek, bilim felsefesinin daha iyi bilim yapılmasına götürmeyeceği ("not necessarily") fikrini tekrar etti.

THOMAS KUHN "paradigma" nın dört kurucu öğesi nedir?

 Thomas Kuhn'un felsefesindeki en yaygın kavram, “paradigma” kavramıdır. Kuhn'a göre bir paradigmanın başlıca dört kurucu öğesi vardır: 


1 . İlk öğeye “simgesel genellemeler” ( “symbolic generalization” ) adını verir. 

Bunlar, doğa yasalarını andıran, ancak bilim adamlarınca tanımlama olarak anlaşılan önermelerden oluşur. 

Bu önermeler sınamaya tabi tutulmaz.

 Simgesel bir genelleme yanlışlanamaz. 

Örneğin Newton'un ikinci yasası (güç - kitle x hız) uzun bir süre gücün tanımı olarak; Ohm yasası da (iletkenlik = gerilim/direnç iletkenliğin tanımı olarak anlaşılmıştır. Bugün de geçerli olduğuna inanılan bir başka örnek, «hız = mesafe/zaman», önermesidir. (Bu önermenin yanlışlandığı düşünülebilir mi?) 


2. İkinci kurucu öğeye Kuhn, metafizik öğe der. Şu tür inanışlardan oluşur: 

Isı, hareket enerjisidir; algılanabilir olayların nedeni atomlardır, güç alanlarıdır, vb.; bir gazın molekülleri rasgele hareket halinde olan küçük, esnek bilardo topları gibi davranır, vb. 

3. Kuhn, üçüncü öğeye “değerler” ( “values ) adını verir. 

Ancak bunlara “kuramötesi” ( “metateori” ) ölçütler dense daha doğru olur: Zira burada söz konusu olan, niceliksel öndeyiler, niteliksel öndeyilerden daha iyidir, “kuramlar, daha basit ve daha tutarlı olmalıdır” gibi değerlerdir.

 
4. Dördüncü öğe, “örnekler” ( “exemplars” ) adını alır.

 Kuhn'a göre kitabının en az anlaşılmış bölümü bu öğeyle ilgili olandır.

 Kuhn şunu anlatmak ister: Bilim adamları eğitimleri sırasında bir dizi standart problemi çözmeyi ve bir dizi standart deney yapmayı öğrenirler ve böylelikle nesnelerî ve olayları, sözle ifadesi ya da birtakım önermelerle özetlenmesi olanaklı olmayan, ortak bir bakış açısıyla görmeye başlarlar. “Örtük bilgi” ( “tacit knowledge”) edinirler. Bir dizi ortak “örnekler” i benimserler. Doğurduğu kuramsal soruları çözebilmeksizin ya da onu sınayabilmeksizin, bir doğa yasasının ne dediğini anlamak, bir anlamda, olanaklıdır. Ancak bunun için, doğa yasasının ifade edildiği önermenin ötesinde bir şeye gerek vardır. Bu da, “örneklerine” ilişkin bilgidir. 

Kuhn'a göre bilim iki şekilde yapılabilir.

Ya bir paradigma veri kabul edilir ve “normal bilim” ( “normal science” ) yapılır; ya da paradigma değiştirilmeye çalışılır ve “devrimci bilim” ( “re- volutionary science”) yapılır. 

Normal bilim, bilimsellikle ilgili görülen özelliklerin çoğunu gösterirken; devrimci bilim felsefesi olma eğilimindedir.    

                                                                       NORMAL BİLİM


 Kuhn, normal bilimde üç farklı uğraş görür: 


1. Işığın dalgalardan oluştuğunu söyleyen bir paradigma varsa, frekansların ve spektral yoğunlukların belirlenebilmesi gerekir; belirli bir kimya paradigması farklı maddelerin atom ağırlıklarının belirlenebilmesini gerektir, vb. 



Normal bilimsel çalışmaların bir bölümü, bu ' örneklerde olduğu gibi, paradigmasal özelliklerin belirlenmesi ve bu belirlemelerin giderek daha büyük bir kesinlikle ve giderek daha kapsamlı olarak yapılmasıdır.


Bir paradigma olmaksızın, hangi özgülüklerin belirlenmesi gerektiği bilinemez. 

2. Tarih çalışmaları, kuramların çoğunun her zaman yanlışlandığını, yani daima kuramda çelişik görülen veriler bulunduğunu göstermiştir. 



Diğer çalışmalar ise, bu yanlışlamaların aslında yanlışlama olmadığını, aksine kurama ya da paradigmaya uygun olduklarını göstermeye çalışmışlardır.


 Örneğin, geliştirilmiş bir teleskopla, Kopernik kuramının içerdiği yıldız paralaksının gerçekten var olduğu gösterilebildi. Daha. önceki verilerin yanlış olduğu ortaya çıktı. ~Kuram doğruydu. Bu örnekler çoğaltılabilir. 


Normal bilimde amaç, doğayla kuramı birbirine uydurmaktır ve bu daima kuramın kurallarına göre olacaktır. 

3. Kuhn'un paradigma betimlemesi, deneysel yasalar denilen yasalara yer vermez. 



Kuhn'a göre, bir kısım mantıkçı pozitivistlerin iddialarının aksine, deneysel yasalar teorilerden önce gelmiş değillerdir. 


Deneysel yasalar daima belirli bir paradigmadan hareketle belirlenmiştir. Örneğin, Coulomb'un elektriksel çekim yasası gibi bir yasanın belirlenebilmesi için, elektriğin ne olduğunu ve nasıl işlediğini aşağı yukarı anlatân bir paradigmanın bulunması zorunludur. 


Bu çeşit yasaların belirlenmesi normal bilimin işidir.


Normal bilim çalışmalarının son bir yönü (ki, bunu dördüncü bir .uğraş olarak belirtmesi gerekirdi) , Kuhn'un, paradigmanın yayılması dediği uğraşıdır. Normal bilim çalışmalarının tümünün bir ölçüde bu yayma etkinliğine girdiği söylenebilir; ancak burada anlatılmak istenen, paradigmanın ,uygulama alanının genişletilmesi çalışmasıdır.  
    Paradigma öncesi dönemde birtakım okullar söz konusu bilim dalına hakim olmak için rekabet ederler.



Daha sonra kayda değer bir bilimsel çalışmanın gerçekleşmesiyle okullardan biri öne geçer ve bu okulun fikirleri paradigmayı oluşturur. Yaptıkları araştırma ortak bir paradigma üzerine kurulu olan araştırmacılar aynı kurallara ve ölçülere bağıdır. 


Bu bağlılık sonucunda ortaya çıkan görüş birliği belli bir araştırma geleneğinin oluşması ve sürmesi için ön şarttır.eğer bir paradigma veri kabul edilirse, hem çözümü gereken sorunları tanımlayacak, hem de bunların kabul edilebilir çözümlerinin neler olduğunu belirleyecektir, Biri, bir sorunu çözmede başarısızlığa uğrarsa, bu, paradigmanın bir yana atılacağı anlamına gelmez. Daha yetenekli birinin bu sorunu ileride mutlaka çözeceği söylenir. 


Kuhn bu durumu şöyle ifade eder: Normal bilim dönemlerinde kuramlar değil, bilim adamları sınanır. 


Bu dönemlerde bilim adamları bulmaca çözmeye çalışan kimselere benzer.


Bulmacanın; sorunu çözmek için gerekli olan, tüm parçacıkları baştan verilmiştir.


Bütün iş, parçacıkları doğru yerlerine oturtmaktan ibarettir. 


Kuhn'a göre her zaman için bir paradigma vardır; ama her zaman normal bilim yapılmaz. 


İlk üç kurucu öğeden oluşan bir paradigma daima bulunur. 


Ancak normal bilim için dördüncü öğenin de bulunması gerekir; oysa bazen bu öğe bulunmaz.

1.1.3. PARADİGMALAR ARASI GEÇİŞ(DEVRİMCİ BİLİM)

Bazen paradigma değişir.



Örneğin, Ptolemaios astronomisi- nin yerini Kopernik astronomisi almış; Aristoteles dinamiği yerini Newton dinamiğine, o da yerini görelilik kuramına bırakmıştır. Kuhn'un paradigma değişmeleriyle ilgili olarak andığı diğer adlar Benjamin Frankdin, James Clerk Maxwell, A.C. Lavoisier, Charles Lyell ve Charles Darwin'dir. 


Paradigma değişmesi daima bir grupla bağıntılıdır: 


Bazen bu grup toplumun tümü olabilir.


Kopernik devrimi tüm toplumu etkilemiştir.


Öte yanda, optik alanında parçacıklar kuramından dalgalâr teorisine geçiş, her ne kadar sonradan tüm topluma yayılmışsa da, başlangıçta yalnızca küçük bir grubu ilgilendirmiştir. 

Bilimsel devrimleri eski bir bilim yapma geleneğinin bir yenisiyle değiştirilmesi olarak tanımlayan Kuhn, var olan karşıt bilim görüşleri arasındaki seçimin büyük ölçüde sosyal-psikolojik bir süreç olduğu, bilginin temeldeki evrensel niteliği ile doğrudan bir ilgisi olmadığı görüşündedir. 



Dolayısıyla, karşıt bilim görüşleri ortaya çıktığı anda, bilgi üretimi ve bilimsel ilerleme, bir tür güç mücadelesidir.


Birbiriyle yarışan farklı bilimsel yaklaşımlara
Kuhn “paradigma” adını vermiştir. 



Yapısalcı dilbilimden ödünç alınmış bir kavram olan,
gözlemlenmesi mümkün olan bir çok veriden bir diziyi belli kurallara göre “çağırma”, yani bir nevi rastlantıdan kurtarma ve gereğinde de aynı kurallara göre yeniden üretme anlamındaki bu teknik düşünceyi, belli bir bilimsel yaklaşımın doğayı sorgulamak ve doğada bir ilişkiler bütünü bulmak için kullandığı açık ya da örtülü bütün inançları,kuralları, değerleri ve kavramsal / deneysel araçları kapsayacak biçimde ele almıştır. 



Bilimsel devrimler çok sık meydana gelmediğine göre, normal zamanlarda yapılan “olağan” bilim uğraşını ve araştırmaları bu geniş anlamıyla paradigmalar yönlendirmektedir.


Bilim yapan toplulukları ve değişik bilimsel uzmanlık alanlarını belirleyen de bu tür paradigmalara olan bağlılıktır.


 Kuhn yalnızca, bilim adamlarının değişik paradigmaları verilmiş olarak kabul ettiklerini ya da belirli bir dönemde böyle yapmaları, yani paradigmanın doğruluğunu tartışmaktan kaçınmaları gerektiğini savunmakla kalmaz, deneysel yasaları belirleyebilmek ve değişik özgülükleri ölçebilmek için mutlaka bir paradigmanın kabul edilmesinin zorunlu olduğunu söyler. 


Çünkü tüm deneyler, yardımcı varsayımlar gerektirir (bunlardan hangilerinin kullanılabilir olduğunu paradigma belirler) ve çünkü dilin yapısı öyledir ki, tüm bir dilsel bağlam verilmiş olarak alınmazsa, soyutlanmış bir önermeyi anlama olanağı yoktur. 
(Kuhn burada Wittgenstein'ın “dil oyunları” tartışmasına atıfta bulunur. )
Bu durumda paradigma değişmesi Kuhn bakımından sorun yaratır. 


Sorun, hem paradigmanın neden terkedildiği sorusuyla, hem de yeni paradigmanın nasıl olması gerektiğinin nasıl bildirileceği sorusuyla ilgilidir.


Paradigmanın varlığı sınamanın ön- koşuludur. İçerdiği sorunların çözülmesinde başarısızlığa uğranılması anlamında dolaylı sınama dışında, bir paradigmanın doğrudan sınanması olanaksızdır.


Her paradigma normal olarak her zaman kendisiyle bağdaşmayan verileri (anomalileri) içerir; 'bu yüzden, tek başına anomalilerin varlığı bir paradigmanın terkedilmesi için yeterli neden olamaz. 


Kuhn'a göre bir paradigmanın terkedilmesinin normal kuramsal nedeni (elbette ki, sosyolojik ve psikolojik nedenler de gösterilebilir), paradigmanın çözmede başarısızlığa uğradığı sorunların sayısının çok fazlalaşmasıdır. 


Ancak, buna kalmadan da paradigma değişebilir. 
Bir paradigma kendini doğrudan deneylerde belli etmez; kısmen spekülatif bir öğeye dayanır. 



Birden fazla yeni paradigma ortaya çıkarsa, hangisi seçilir? 


Kuhn'a göre, önce felsefi bir tartışma yer alır ve sonunda paradigmalardan birinin doğal olduğuna karar kılınır. 


Dünya, paradigmanın tanımına uymalıdır.


Paradigma değişmesi halinde, yeni paradigmanın akılsal (rasyonel) açıdan daha doğru kabul edilmesi değil; daha çok bir inanç değişikliği söz konusudur.


Başka türlü olması da zaten olanaksızdır.


Bir paradigma, deneyin ve akılsal (rasyonel) tartışmanın en genel öncülüdür, ancak genel öncüller asla kanıtlanamaz.


İki ayrı paradigmanın kavramlarının karşılaştırılamazlığı, Kuhn'un paradigma değişmesinin bir dinden başka bir dine geçişe benzediği görüşünü vurgular.


Farklı paradigmaları savunanlar arasında, ancak kısmî bir haberleşme (communication) olabilir.


Birinin dilinin diğerinin dilinde karşılığı yoktur. 


Biri diğerini anladığını söylüyorsa, bu, onun diğerinin dediklerini kendi diline çevirmesi ve dolayısıyla diğerini (kısmen) yanılış anlaması demektir. Yapılacak şey, diğerinin dilini ya da kuramını iyice öğrenmek, bundan sonra hangi kuramın doğru sayılabileceğine karar vermektir.


Ancak, yukarıda da gördüğümüz gibi (Paradigmalar bölümüne bakınız) , Kuhn'a göre kişi dünyayı bir anlamda belirli bir paradigma aracılığıyla görür.


Yani her iki dili öğrenmek mümkünse de, yansız bir açı yoktur.


Kişi kendini daima bir paradigma içinde bulur.


Bir paradigmayı benimseyip, başka bir paradigmanın dilini öğrendiği zaman, durumu İngilizce konuşa- bilen ama Fransızca düşünen kişiyi andırır. Ancak bu dil benzetmesini fazla ileri götürmemek gerekir. Çünkü, hem İngilizce hem de Fransızca konuşmayı ve düşünmeyi öğrenmek mümkündür. 


Oysa Kuhn'a göre, kişi diğer paradigmanın diliyle konuşmaya, dünyayı onun kavramlarıyla görmeye başlar başlamaz, o paradigmayı kabul etmiş olur. ~Bu, bir din değiştirmeye benzer.  
Şöyle de denilebilir ki; paradigmalar arasında uyuşmazlık,bütünleşme veya geçiş olmak üzere üç farklı ilişki vardır. 



Paradigmalar arasında geçişi sağlayan postmodernizmdir.


 Paradigma uyuşmazlığı veya zıtlığıyla karşılaşan postmodernistler paradigmalar arasındaki sınırları modernist olarak gördüklerinden bu sınırları yıkmayı hedeflemektedirler.

 Paradigma uyuşmazlığı her bir paradigmanın ayrı gelişimini ve uygulanmasını savunur.



 Her bir paradigma,kavramların tanımlandığı ve teorilerin ortaya atıldığı kendine özgü bir bakış açısını geliştirmeye çalışır. 


Bu durum paradigma sınırlarının ötesindeki diğer paradigmalara ait kavram ve analitik yöntemlerin kullanılmasını engeller.


Paradigma bütünleşmesinde ise değişik paradigmaların sentezi söz konusudur. 


Paradigmaların varsayımları arasındaki ilişkiler dikkate alınmaz. 


Paradigma bütünleşmesi sadece bir paradigmanın benimsenerek,diğerlerinin devre dışı bırakılması anlamına gelebilir.


Bu şekilde disiplinin akademik bir alan olarak etkisinin artacağı iddia edilmektedir.


Paradigma geçişinde ise araştırmacı çeşitli paradigmaları incelemesinde kullanır. 


Örneğin,önce yorumsamacı paradigma kullanılarak buradan elde edilen veriler ve bulgular işlevselci paradigmayı kullanan araştırmada girdi olarak kullanılabilir. 


Paradigma geçişinde değişik stratejiler kullanılabilir. 


Ardışık stratejide bir paradigmanın verileri diğer paradigmaları benimseyen incelemelerde kullanılabilir. 


Paralel stratejide ise farklı paradigmalar aynı anda kullanılır.


Kuhn’un paradigma anlayışı,daha sonraları değişiklik geçirmiştir.


Kuhn,önceleri paradigmanın kapsamına belli bir geleneğin içerdiği somu ve örnek problem yahut ‘bulmaca’ çözümlerini aldığı halde,daha sonra paradigma kavramını genişleterek bu tür standart çözümlerin bilim dünyasına ilk kez sunulduğu klasik kitapları eklemiş,en sonunda da belli bir bilim topluluğu tarafından paylaşılan bütün değerleri ve bağlılıkları ilave etmiştir. 


Kuhn için mantıksal öncelik taşıyan kavram aslında bilimsel devrim değil,paradigma ve olağan bilim anlayışlarıdır. 


Zaman olarak paradigma kavramına daha ulaşmasına karşın,mantıksal öncelik ve ağırlık buradadır.


Kuhn,paradigma denen bu inançlar,kavramlar ve araçlar bütününün ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için,toplum bilimlerinin pek azında bu tür bir aşamaya gelindiğini,paradigma-öncesi devirlerde görülen her kafadan bir ses çıkması tarzındaki karmaşanın toplum bilimlerinde bugün hala hakim olduğunu da söylemiştir.  

PARADİGMA KAVRAMI VE SOSYAL BİLİMLER



Paradigma anlayışı doğal bilimler için açıklayıcı bir çerçeve sunabilir ama sosyal bilimlerde bunun zor olduğu öne sürülmektedir. Çünkü sosyal bilimlerin konusu daha karmaşıktır. 


Sosyal dünyanın önemli özelliklerini deney yapmak için izole etmenin neredeyse imkansız olması ve insan davranışının bilinçli ve yansıtıcı olması,doğal bilimlerdeki gelişmeleri açıklayabilen paradigma yaklaşımının sosyal bilimlerde kullanılabilmesini zorlaştırmaktadır.

Sosyal bilimler için paradigma kavramının uygun olup olmadığı tartışılmakla beraber bazı sosyal bilimciler içerisindeki teorik ayrılıkları açıklamak için bir sakınca görmemektedirler.



Örneğin,Burrell ve Morgan sosyal bilim teorisindeki özne-nesne tartışmalarıyla toplum bilim teorisindeki çatışma-mutabakat tartışmalarını birleştirerek sosyal bilimlerde işlevsel,yorumsamacı,radikal hümanist ve radikal yapısalcı olmak üzere dört paradigma olduğunu öne sürmüşlerdir. 


 Gerek Kuhn, gerekse Feyerabend bütün örneklerini doğa bilimlerinden alırlar; ancak bu örneklerden, doğa ve toplum bilimleri ilişkisi konusundaki tartışmaya ilişkin bazı sonuçlar kolayca çıkarılabilir. 


Kuhn'un paradigmalar üzerine genel görüşlerinin toplum bilimlerine de uygulanabileceği açıktır.


 Ancak bu görüşler, toplum bilimsel paradigmaların özel anlama yöntemlerini,“Özdeşleyim” vb., içerip içeremeyeceği konusunda bir şey söylemezler. 


Feyerabend'in genel yöntem kuralları alamaz görüşü, doğa ve toplum bilimleri ilişkisi tartışması açısından daha anlamlıdır.


Bu görüşten, tüm tartışmanın yanlış öncüllerle yürütüldüğü sonucu çıkar.


 Önce doğabilimsel ( «deney- sel>ı, “hipotetik-dedüktif”, vb.) yöntemin belirlenebileceği kabul edilmiş; sonra bu yöntemin toplum bilimlerince uygulanıp uygulanamayacağı sorusu sorulmuştur: 


Oysa, Feyerabend'e göre, toplum bilimlerinin bilimselliklerini güven altına almak için ithal edebilecekleri özgül bir metodoloji yoktur.
  
Özetlemek gerekirse sosyal bilimcilerin üzerinde anlaşabileceği tek bir paradigmayı tespit etmek veya  bulmak çabaları başarısızlığa mahkumdur. 


Çünkü herhangi bir araştırma ortamında mevcut bütün sosyolojik paradigmalar kullanılabilir.


 Onların hiçbiri ne doğrudur ne yanlıştır;hatta ne daha iyidir,ne daha kötüdür. 


Tek bir paradigma yerine iki veya daha fazla paradigma kullanılması sosyal bilimler için daha uygundur. 


Her bir paradigma kendi içinde entelektüel gelişimini sağlamalıdır. Ancak bu sayede belli bir paradigmanın egemenlik kurmasının önüne geçilebilir. Aynı gelişmeler gerçek teorik farklılaşmanın ve çoğulculuğun garantisidir.


 Bu yolla epistemolojik ve teorik emperyalizm ve baskı önlenmiş olur.   .

PAUL KARL FEYERABEND VE ANARŞİST BİLGİ KURAMI

Tek ve kesin olarak geçerli bir bilimsel yöntemin olmayışı, herhangi bir teorinin ancak kaba ve yaklaşık biçimde geçerli olabilmesi ve nihayet herhangi bir alanda birden fazla teoriye yer verilmesi feyerabend ile “teorik çoğulculuk” görüşünün gündeme gelmesine yol açmıştır.



 Feyerabend, teorik çoğulculuğu savunur. 


Ona göre bilim, iki ilkeye bağlı kalmalıdır: “çoğalma ilkesi” ve “ inat ilkesi”.  


Birinci ilke şudur: 
- “ Genel kabul gören bakış açısı çok iyi kanıtlanmış ve çok yaygın olsa dahi, bununla bağdaşmayan teoriler bulmak ve geliştirmek”


İkinci ilke de şudur:
-“Bir dizi teoriden en verimli sonuçlar vaat edeni seçmek ve karşılaştığı güçlükler çok önemli olsa da bu teoriye sıkı sıkıya sarılmak”


Feyerabend’e göre, aynı anda birbirleri ile çelişen çok sayıda teori bulunmalı ve bu teorilerin savunucuları, bunların doğruluğuna kuvvetle inanmalı ve içerdiği tüm anomalileri ısrarla çözmeye uğraşmalıdır. 



Feyerabend “teori” kavramını çok geniş bir anlamda kullanır.  


“ Teorilerden söz ederken, bunlara mitleri, siyasal düşüncüleri ve dini sistemleri de dahil edeceğim ve bu adı verdiğim bir bakış açısında, var olan tüm nesnelerin en az bir yönüne uygulanabilme niteliğini arayacağım. 


Genel görelilik teorisi, bu anlamda bir teoridir. 


Bütün kuzgunlar siyahtır önermesi ise bu anlamda bir teori değildir” demektedir. 


Kuhn ile Popper tartışmalarında orta yolu seçen ve bu konularda çok etkili olan Feyerabend, “ anarşik bilgi teorisi” adını verdiği görüşlerinde bilimin her zaman karşıt görüşlere ihtiyacı olduğu, karşıt görüş çoğalmasının bilginin ilerlemesi için elzem olduğu kanısındadır. 


Bu kadarı ile Popper’e yakındır. Ancak karşıt  görüşler arasında eleştirel yani akılcı olarak tartışma yolu ile bir seçim yapılabileceğini kabul etmez. 


Feyerabend “bilimsel yöntem” diye bir şeyin bulunmadığını savunur: bilimsel pratiğin ona göre yönetildiği yada yönetilmesi gereken evrensel olarak geçerli yöntem bilgisel bir ilke yoktur. 


Eğer illa ki böyle bir ilkenin bulunması gerektiğinde ısrarlıysak, Feyerabend’e göre bu ilke, kendisinin de inanmadığını ve usçuların içinde bulunduğu durumun alaycı bir özeti olduğunu söylediği:


“ne olsa uyar” 


(anything goes) ilkesidir. 


Feyerabend’in bilgikuramsal anarşizm tutumunu benimsemesinin temel nedenlerinden biri, yöntem bilgisinin kendisini öznel,kurumsal düşüncelerden soyutlayamadığını düşünmesidir. Bu hastalığın ilacı olarak öne sürdüğü “ ne olsa uyar” ilkesi de hastalık geçene kadar kullanılıp sonra bırakılacaktır.


bilim tarihi bütün kuramların hatta en başarılılarının bile bir aykırılıklar denizinde yüzdüğünü, bunların hepsinin aslında yöntembilgisel olarak yanlış kabul edilmeleri gerektiğini göstermektedir. 


Ama Feyerabend’e göre kuramların aykırılıklar içinde yüzmesi, Kuhn’un düşündüğünün aksine, kuramların yeni baştan oluşturulmasına yada bir kenara atılmalarına değil varsayımlar aracılığıyla geliştirilmelerine vesile olmalıdır; bilim böyle ilerler.


Feyerabend’in bilimsel araştırma yöntemlerine ilişkin görüşleri,birlikte bilime dair söyledikleriyle o ana kadar süregelen bilim felsefesi çizgisinde bir kırılma yarattıkları Kuhn’a getirdiği eleştiriler aracılığıyla daha iyi anlaşılabilir. 


Feyerabend, görüşleri Kuhn’ unkilerle yakın benzerlikler göstermesine karşın, Kuhn’u yöntem düşüncesine bağlı kaldığı için eleştirir. Kuhn’un bilimsel araştırmanın farklı boyutlarına karşılık gelen “olağan bilim” ile “devrimci bilim” ayrımı Feyerabend’e göre hatalıdır. Feyerabend,  Kuhn’un modelinin bilimin gerçek pratiğine uymadığını, ayrıca bunun yıkıcı bir ülkü olduğunu savunur. Bu da göstermektedir ki açıkça dile getirdiği bilgikuramsal anarşizmine karşın Feyerabend’in yöntembilgisel bir önerisi bulunmaktadır. 


Buna göre bilimsel ilerleme kuramsal düşüncelerin sürekli artmasına ve çeşitlenmesine dayanır. 


Kuramsal ön kavrayışların ötesinde yansız bir bakış açsı bulunmadığında bir kuramın bütünüyle anlaşılabilmesi için içerden değil dışardan eleştirilmesi gerekir;yani eleştiri alternatif kuramların bakış açısında yapılmalıdır.  Bir konuda ne kadar konu varsa ve ne kadar farklı yaklaşım varsa o kadar iyidir; çünkü böylelikle konu daha iyi anlaşılabilir ve o konuda ilerleme sağlanabilir.


Nitekim Feyerabend’in onu diğer bilim felsefecilerinin birçoğundan ayıran başlıca özelliği bilimsel bilginin artmasını bilimsel ilerlemenin en iyi yolu olarak görmemesidir. 


Feyerabend modern bilimsel yöntemlerin dışındaki bilgiye ulaşma biçimlerinin bilimsel olmadıkları gerekçesiyle göz ardı edilmelerine karşı çıkıp bilimin bilgi edinmenin yollarından yalnızca biri olduğunu, başka seçeneklerin de bulunduğunu ısrarla belirtir. 


Bilim dışı geleneklerin, söylenenlerin, destanların da bilgi kaynağı olabileceğinin altını çizer. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, Feyerabend’in bilime değil onun yetkeci konumuna karşı olduğudur.


20. yy biliminin insancıl kaygıları neredeyse hiç yoktur. 


Buradan yola çıkan Feyerabend’in bilgikuramsal amacı bilimsel olan ve olmayan bütün bilgi biçimlerini zayıf ve güçlü yönleri ile gözler önüne sererek  eleştirel duyumuzu keskinleştirmektir . 

 Feyerabend karşı olduğu şeyin usçuluğun elini kolunu bağlayan kavrayışlar ve bunların destekledikleri aşırılıklar olduğunu söylemektedir.



 Nitekim kimi felsefeciler onu klasik kuşkcu geleneğin bir temsilcisi olarak görseler de Feyerabend’in bilgikuramsal anarşizmi kendisinin de belirttiği üzere ne kuşkuculuğa ne de siyasal anarşizme benzemektedir. Feyeraband’e göre  bir bilgikuramsal anarşist yalın ya da sıradışı düşünceleri savunmakta gözünü budamaktan sakınmazken,bir kuşkucu görüşlerin hepsini aynı ölçüde iyi ya da kötü diye gördüğünden bunlar hakkında yargı bildirmekten kaçınır. Siyasal anarşist birtakım yaşam biçimlerini yasaklarken,bilgikuramsal anarşist hiçbir kurama sonsuz bir sadakat ya da düşmanlık hissi beslemediğinden yasak tanımaz; hatta yasaklananları da savunabilir. Sonuçta Feyerabend’e göre bilgikuramsal anarşist insanları daha iyi bir duruma ulaştıracak bütün yolları, tüm bilgi biçimlerini kullanır. Hiçbir görüşü saçma, akıldışı ya da ahlak dışı bulmadığı gibi bütün yöntemleri kullanmaktan da geri kalmaz. Karşı çıktığı tek şey evrensel ölçütlerdir.Sahip olduğu yapıtları ile Viyana çevresinin bilim anlayışının göz ardı ettiği, yok saydığı insanı yeniden bilim denilen şeyin orta yerine koyduğu savındadır. 


 LAKATOS VE BİLİMSEL ARAŞTIRMA PROGRAMLARI

Lakatos,araştırma programları teorisini ileri sürerek bilim felsefesine önemli katkılar yapan Macar bilim felsefecisidir.



Araştırma programlarının,izole edilmiş hipotezlerden ziyade bilimsel başarının bir parçası olduğunu söyler.


Bir araştırma programı,bir problem çözme makinesi olarak zorunlu hipotezlerin koruyucu bir kemeri,tipik bir katı çekirdektir.


 Bu sonuçla Newton’un programında hareket kanunu ve genel yerçekimi kanunu,gezegenlerin devinimindeki faktörlerin etkisini göz önüne alarak çözmeye çalışan anomalilerin katı çekirdeğidir.Örneğin,ışığın kırılması ya da şimdiye kadar bilinmeyen bir gezegenin bulunması gibi. Problem çözme makinesi,klasik matematiksel fiziğin yapıtaşıdır. Bilimsel olan ya da olmayan araştırma programları,her aşamada kavranmamış anomalilere ve çözülmemiş problemlere sahiptir. ‘Bu anlayıştaki bütün teoriler,çürük olarak doğarlar ya da çürüyerek ölürler.


’ Lakatos ,şöyle bir nükteli soruyla bizi belirsizliğe sürükler: 

Peki bir kişi bilimsel ve ilerleyen bir programı, bilimsel olmayan ve dejenere olmuş bir programdan nasıl ayırt eder? 



Burada yapılacak hareket,’bilimsel ve ilerleyen’ ile ‘bilimsel olmayan ve dejenereyi’ belirlemektir.


 Lakatos,’tahmin edici yeni gerçekler’i ilerleyen ve dejenere olan araştırma programlarını ayırmada önemli bir kriter olarak tayin eder. 

Böylece,teori, ilerici bir araştırma programında şimdiye kadar bilinmeyen ve alışılmamış gerçeklerin keşiflerine rehberlik eder.



Bununla beraber,dejenere olmuş araştırma programlarında,teoriler bilinen gerçekleri birbiriyle bağdaştırmak için uydurulur. 


Örneğin marksizm,alışagelmemiş bir gerçeği anlatmayı başarmadı mı?

Lakatos,soruları çoğaltır:      

                                                                                                 - Araştırma programları nasıl ölür?


 - Ölüm sebepleri nesnel kriterler mi yoksa bilimsel modayı değiştirmenin bir sonucu olarak basitçe ölüyorlar mı? 

Lakatos’un cevabı;bu programların kendilerinden daha üstün bir programa yerini vererek elimine olduğudur. 



Onun fikrine göre bu gerçekçi bir nedendir. Eğer bir program ilerlemenin önünü keserse daha uzun süre bilimsel olarak tatmin olan teoriler olamazlar ve bilim vücudunun bir parçası olarak kalırlar

Not: Programlar bir sosyal neden yüzünden çökerler.


Araştırma programları arasındaki yarışlara fazlasıyla yer verilmiştir. 



Yeni programlara(sürekli bir şekilde yükselen ve genellikle daha sonra terkedilenlere) her zaman şans verilmiştir.


Gerçek yarış,bir alandaki farklı bakışlarla başlayan sonra hadlerini aşan programlar arasındadır. 


Deneylerini yaparken gerçekleştirdikleri çatışmada aralarında karar verilebilir gibi gözükür ama sonra bu yine mümkün olmaz.


Lakatos önemli iki çeşit deney olduğunu söyler ki bunlar  bir araştırma programı içinde teoriler arasında karar verir ve bunlar araştırma programları arasında karar verir. Şekil, bilimsel araştırmanın normal sürecinin bir bölümüdür. 


Lakatos,önemli(kesin) deneylere inanır ki bunlar bir programın diğeri üzerine kurulduğu ve nadir olarak kesin oldukları farkedilen deneylerdir. Ayrıca deneyler kesin olma amacını da taşımazlar. Başlıca zorluk,deneyin ne anlama geldiğinin çatışma çözüldükten sonra farkedilmesidir. 


Her araştırma programı içinde varsayılan deney farklı şekilde yorumlanır.
          Araştırma programlarının dile getirilmesi,teorilerin aşama kaydetmesi daha sistematiktir ve güncel uygulamalarla uyuşmaz. 



Böylece: 
•    Güncel araştırmada,disiplinin önünde nadir olarak genel geçer,en iyi teori vardır;bunun yerine birbiriyle yarış halinde olan gereğinden fazla teori vardır. 
•    Araştırma programları genellikle sosyal bir değişiklik yüzünden çökerler.
•    Lakatos teori programları ve deneysel programlar arasındaki ilişkiyi görmezden gelir ve gerilim burada başlar.  


Lakatos,Kuhn’un bilimsel devrim düşüncesi doğruysa,bilimle sözdebilim,bilimsel ilerlemeyle de düşünsel çöküş arasında bir fark kalmayacağını ve nesnel bir bilimsel dürüstlük diye bir şeyin söz konusu olamayacağını öne sürer. 


Nitekim “yanlışlama ve bilimsel arştırma programlarının yöntembilgisi” başlıklı makalesinde Kuhn’un ve Popper’in çözemediğini düşündüğü sorunlara çözüm getirdiğini savunur ve Popper ile Kuhn’un görüşlerinin bir bireşimi olarak gördüğü”bilimsel araştırma programlarının yöntembilgisini” açıklar. 


Lakatosçu bir araştırma programını ,programın “katı çekirdeğini”özgülleştiren “olumsuz buldurucu” ilkesi(kendisinden kaynaklanan her kuram tarafından içilen bir temel varsayım)ile “olumlu buldurucu” ilkesi (program içerisindeki özgün kuramların oluşturulmasını yöneten ve büyük bir olasılıkla birtakım geniş metafizik ilkelerden türeyen bir dizi yönerge)biçimlendirir.


 Bir araştırma programı tarafından üretilen özgün kuramlar deneysel olarak çürütülebilirlerse  de,bu çürütmeye standart yanıt ya da karşı koyuş yine aynı program içerisinde daha özgün bir kuram aramak olabilir.


 Bu süreç kuramın çürütülmesinden çok ,deneysel zorlukların ışığı altında düzeltiler